24 Aralık 2014 Çarşamba

Tutankamon'un Lanetli Trompetleri

Lanetli Boruları'nın sesi duyulduğundan beri dirlik düzen kalmadı; Mısır'da yine karışıklık hâkim... ''Ölüm, Firavun’un rahatını bozana, hızlı kanatlarla gelecektir!'' Laneti bizlerden uzak olsun ama.. Tutankhamon'un uğursuzluğu ve laneti üzerine pekçok hikâye ve gerçeklerle karışmış şehir efsaneleri vardır. Hakkında tek bir sır kaldı: Kolyesindeki taş... Aşağıda anlatığımız gibi taş bilinmezliklerle dolu ve belki o da çözülürse dünya tarihi değişecek...

Hiç kuşkusuz lanetli efsanesi, mezarı bulunduktan sonra yaşananlarla alâkalı olsa da sadece bu değildir. Sesini duyduğunuz Trompetlerinin de uğursuz olduğu öttürmenin uğursuzluk getirdiği inancı yaygındır. Kimileri, ''Savaş Borazanı'' olduğuna inanıyor ki Clavicula Salomonis, Clavicula Salomonis, Süleyman'ın Anahtarı, Hz Süleyman'ın güçleri2011'den 2013'e yaşananlar bunu kanıtlıyor...

Üzerinde Mısır Savaş Tanrısı 3000 yıl sonra ilk kez 1939'da BBC'nin kaydı için özel olarak çalınmış ve hemen ardından II. Dünya Savaşı başlamıştır. Huzurda çalınan Mısır Kralı Faruk akibeti de mâlum... II. Dünya Savaşı ve ardından 1948 Arap-İsrail Savaşı'nda alınan ağır yenilgi ve İngiliz işgalinin kaldırılamaması, kötü, yetersiz yönetimine ve sonunda Cemal Abdülnasır liderliğindeki Hür Subaylar Hareketi'nin 1952'de tahttan indirmesi...

Trompet Birinci Körfez Savaşı'ndan önce de çalınmış ve en sonda 2011 Ocak'ında Mısır'daki halk ayaklanmasından yaklaşık bir hafta önce üflemiş... Tunus'tan başlayıp bütün Afrika ve Arap coğrafyasını saran kaos, kan ve gözyaşını düşünürseniz trompetlerin sesi daha da sarsıcı gelecektir kulağınıza.

Trompetler, Tahrir Meydanı'ndaki kargaşa sırasında Mısır Müzesi'nin yağmalanması vak'asında hem öttürülmüş içine nefes üflenmiş hem de yerlerinden çalınmıştı. Mısır Tarihi Eserler Bakanı Zahi Havas, çalınan trompetlerin yağmalanan Tutankamon dönemine ait bazı eserlerle birlikte Kahire metrosunda bir çantanın içinde bulunduğunu açıklamıştı.

Geçmişe dönersek, Modern Mısır üzerindeki laneti de görebiliriz.

Radyo yayıncılığının ilk zamanlarında, yapımcılar trompetlerin sıradışı kayıt potansiyelini dikkate alarak Mısır Eski Eserler Kurumu'nu Kahire müzesinden bir yayınla antik trompet seslerini dünyaya duyurmaya ikna etmişti. Müzeyi yayın için ikna eden isimlerden Rex Keating, bir pazar günü öğleden sonra dünya çapındaki 150 milyon dinleyiciye ulaştıran sunucu olmuştu. Programda önce Tutankamon'un mezarını bulan Howard Carter'ın ekibinden Alfred Lucas'la bir mülakat yapmıştı.
sang real, sangreal Papyrus, New Coptic Gospel Papyrus, Hz. İsa Mecdelli Magdalalı Meryem ile evlenmiş, Koptik dilinde yazılmış incil papirüs, New Coptic Gospel Papyrus, Jesus said to them My wife, Karen L. King

Yayına bir kaç dakika kala fenerlerin sönmesi üzerine müze karanlığa bürünmüş ve trompetler mum ışığı eşliğinde çalınmıştı. Trompeti çalma girişimlerinde daha önce de aksilikler yaşanmıştı.

Gümüş trompeti Mısır Kralı Faruk'un huzurunda çalma girişimi, muhtemelen kullanılan modern ağızlığın uyumsuzluğu nedeniyle başarısızlığa uğramış, trompetin kendisi hasar görmüştü.
Lucas olay nedeniyle üzüntüden hastanelik olmuş, trompet ise sonunda onarılmıştı. Ancak Tutankamon'un laneti trompet kaydının peşini bırakmamış, ailenin sahip olduğu kayıt taşınmaları sırasında kırılmış. Lanetin sadece plağın kırılmasından ibaret olmadığına inanılıyor.

FİRAVUN'UN LANETİ VE TEK SIRRI
Lord Carnarvon, mezara girdikten sonra lahtini göremeden öldü; kapısının mührünü kıran Arkeolog Howard Carter ise, 1922'de mezarını tesadüfen bulduğunda arkeoloji tarihine geçmişti ama bu ona talih getirmedi, fakirlik içinde öldüğünde cenazesinde 2 kişi vardı.

Krallar Vadi'sinde hiç de bir Firavun'a yakışmayacak denli küçük ve Ramses'in mezarının molozları altında kalmış mezarına girildiğinden beri herkes onunla uğraştı, mezarına girenlerin çoğu ateşli hastalıklarla kimi şüpheli kazalarda öldü, bazıları da intihârı seçti. Son araştırma aslında lanetini de doğruluyor...

Hakkında tek bir sır kaldı... Belki o da çözülürse dünya tarihi değişecek...

Aslında büyük bir Firavun değildi, Mısır tarihinde pek bir önemi de yoktu ama Ramses'in molozlarının altında kalmasıyla mezarı soyguncuların gözünden yüzyıllar boyunca kaçmıştı. Arkeolojik değeri de mezarı bozulmamış ve hazinesinin tamamı bulunmuş tek Firavun olmasından kaynaklanıyor. 1922'den bu yana çok rahatsız edildi. Yüzü tekrar oluşturuldu, tomografisi çekildi, cesedinden DNA'sı alındı ve şimdi de ölüm nedeni tam olarak tespit edildi.

Burada laneti daha da dehşet verici olarak ortaya çıktı. Kırık bacağındaki komplikasyonlar ve bu komplikasyonların azdırdığı Beyin Sıtması nedeniyle öldüğü, sol ayağını yavaş yavaş kemiren Kohler dahil pek çok hastalığı bulunduğu açıklandı.

Bütün dünya şimdi The Journal of the American Medical Association-JAMA'da açıklananan DNA analizli bilgisayar tomografisi sonuçları ile soyağaçını konuşuyor.

Sıtma malum, ateşli bir hastalıktır ve onun mezarını açanların hepsinin sonuda ateşli hastalıklarla gelmişti.  

Araştırma sadece onun mumyası üzerinde değil 15 akrabasının mumyaları üzerinde yapıldı.

İki kardeşin evliliğinden doğmuştu. Babası Akhenaten annesi ise aynı zamanda Akhenaten'in kızkardeşi ''Mumya KV35YL''...

Bastonla yürüyebildiği; babasının yarık dudağını, dedesinin yumru ayağını da kalıtımsal birer miras olarak taşıdığı da kesinleşti.

TEK SIR...
Doğduğunda adı Tutankhaton, yani Aton'un yaşayan resmi idi; kendisi Tutankhamun yani
Heliopolis Yukarı Mısır hükümdarı, Amun`un yaşayan resmi adını seçti; tahta geçtiğinde ise adı
Neb-xprw-Ra oldu.

Şimdi geriye çözülememiş ve belki de asla çözülemeyecek tek sır kaldı hakkında kolyesindeki taş...king tut Pendant stone
Kolyesini süsleyen bu cam taşın nereden geldiği, kimler tarafından şekillendirildiği soru işareti...

Taşın Sahra Çölü'nde bulunan bir cam olduğu ve bir meteor çarpması sonucu oluştuğu fikri de ortaya atılmıştı fakat taşın kesilebileceği bir cam tabakasının oluşmasını sağlayacak denli büyük bir meteor çarpmasına dair Sahra'da bir iz yok.

Patlamada herhangi bir krater deliğinin olmaması göktaşı ihtimalini de devredışı bırakıyor. Üstelik bu kalınlıkta bir cam katmanının oluşması için gereken patlamanın atom bombasının onbinlerce katı olması gerekiyor ki, bu da dünyanın yokoluşu manasına gelir...

Böylesi bir patlama ancak Sahra Çölü’nde bulunan ve kolyesini süsleyecek kalınlıkta bir camın da meydana getirebilir. Halen cevaplanmayı bekleyen soru bu şiddete ulaşacak patlamanın yeryüzündeki kaynağı nedir?

Stonehange'in sırlarıDahası bu kalınlıkta bir camı nasıl şekillendirebildiler?

Böylesine bir patlama ilk kez 1994’te, Shoemaker-Levy kuyrukluyıldızı Jüpiter’le çarpıştığında meydana geldi. Hubble Teleskobu bu çarpışmada Jüpiter’in atmosferinde oluşan şimdiye dek bilinen en büyük ateş topunu görüntüledi.

22 Aralık 2014 Pazartesi


Görüntüler NASA'nın, yani alışıldık fake mi değil mi tartışmalarına neden olan UFO fotoğrafı veya UFO videosu ile karşı karşıya değiliz. NASA Mars Curiosity'nin geçtiği görüntüler, sağ üstte parlak nokta gibi görünen ve tanımlanamayan bir obje var.

NASA, bunun kozmik bir parıldama ya da Mars'ın önünden geçen, atmosferine giren bir meteor ya da kuyruklu yıldız olabileceğine dair bir açıklama yaptı. Yine sağ altta görebileceğiniz bir imaj var, onun için de güneş ışığı kayaların yüzeyine çarpınca bir yanılsama yaratmıştır açıklaması yapmıştı. Fakat bunlar, tabii ki etkili olmadı.

Çünkü NASA görüntülerinden yapılan videoda görebileceğiniz gibi, Meteor ya da kuyruklu yıldız yahut kozmik bir parıldama ise geçip gitmesi gerekirken, aşağı yönlü hareket ediyor.

Hareketi en son Devon-Norman Lockyer Gözlemevi'nin çektiği meteor (Video) videosundaki dünya atmosferine girip yanması ve parçalanması gibi değil.

Mars'ın yüzeyindeki parıldama da hareket ediyor.

Fake mi değil mi diye çok tartışılan Barack Obama'nın Yemin Töreni'nde görülen UFO  (Video)ya da Londra Olimpiyatı Açılış Töreni'nde kameralara yakalanan uzaylılar (Video) yahut da Kaikoura kenti yakınlarında 1979 yılında filme çekilen UFO Video Vak'alarında olduğu gibi inanıp inanmamak size kalmış... Çünkü, bu UFO videolarında olduğu gibi fake olduğu ispatlansa da inanan inanıyor...



Anghiari Savaşı ve Da Vinci

Leonardo Da Vinci’nin 1505 yılında Floransa’daki Vecchio Sarayı’nın bir duvarına Anghiari Savaşı adlı bir resim yaptığı söylenir fakat bu bir efsaneden ibarettir. Resim görünürde yok. Görünen Vecchio Sarayı’ndaki freskleri resmeden 16’ıncı yüzyıl ressamlarından Giorgio Vasari’nin resimleri... Leonardo Da Vinci'nin dört atlının savaş meydanında resmettiği söylenen eseri ise 500 yıldır gizemini koruyor. Da Vinci’nin resmi 1505 ila 1565 arasında kapatıldığı, Vasari'nin üzerine bir duvar ördüğü söyleniyor. Vecchio Sarayı’ndan yangın çıktığı biliniyor, eğer üzerindeki fresk ve örülen duvar aşılıp bulunursa Da Vinci'nin duvar resmi sağlam mı değil mi bu bilinmiyor.


Defalarca çalışmalar yapılmış, fakat şüpheler ve efsanelerin ötesine geçilememişti. Kesin bir ipucu da bulunamamıştı. Şimdiyse Vasari'nin freskinin üzerinde ''Cerca Trova - Ara ve bulursun'' yazısı görüldü. Bazı araştırmacılar Da Vinci'nin freskinin bunun tam altında olduğuna inanıyor.

Clavicula Salomonis, Clavicula Salomonis, Süleyman'ın Anahtarı, Hz Süleyman'ın güçleriÜstelik, endeskopi cihazıyla açılan bir delik içinden alınan numunenin laboratuar analizinde Da Vinci'nin Mona Lisa'da kullanıldığı koyu renkli bir pigment tespit edildi. Ayrıca Vasari'nin freskinin arkasında Da Vinci'yi örttüğü düşünülen duvarın varlığına işaret eden hava boşluğu da tespit edildi.

Vasari arkasında ne olduğunu görmek ve daha fazla test için numune toplamak için bilim adamı Maurizio Seracini liderliğindeki araştırma ekibine izin verildi. Maurizio Seracini, ''Bu gizemi çözmek için hâlâ yapılması gereken çok iş var ama buna rağmen, kanıtlar bize doğru yerde aradığımızı düşündürmekte'' diyorsa da aynı şeyi düşünmeyenler hemen ayaklandı.

Bazı sanat tarihçileri Vassari'nin zaten Da Vinci'nin Anghiari Meydan Muharebesi freskinin yangında tahrip olduğu için üzerine yeni freski yaptığını ve Da Vinci'yi bulmak için Vassari'nin tahrip edilmesine karşı olduklarını söylüyor.

Italia Nostra, İtalya'nın önde gelen doğa ve eserleri koruma grubu da, bunu durdurmak için Floransalı yetkililerine başvurdu ve mahkemeye gitmeye hazırlanıyorlar.

Amerikan Ulusal Coğrafya Cemiyeti’nden Terry Garcia açılan delikler sayesinde Da Vinci’nin kullandığı boyalarla ilintili organik malzemeye erişildiğini, bunun Da Vinci’nin eserinin varlığını kanıtladığını söylüyor.

Amazonun gizlediği 'kayıp dünya'


İnsanoğlu dünya üzerinde keşfetmediği,fethetmediği yer bırakmadı... Fakat o hâlen ne tam fethedilebildi, ne de tam keşfedilebildi. Yüzyıllardır hakkında pek çok efsane var. Himalaya'nın tepesine bayrak dikildi ama o ordulara, tırmanya çalışanlara, maceraperestlere geçit vermedi. Tepesinde Mu gibi, Atlantis gibi ve gizli büyük bir uygarlık olduğu söyleniyordu, Yunan mitelojisindeki Olympos Dağı gibi burada da Tanrılar'ın yaşadığına inanılıyordu. Hatta uzaylıların iniş pisti diye görülüyordu. Halen o uygarlığın dağın içinde gizlendiğine, uzaylıların buraya iniş yaptığına inananlar var.Roraima Dağı, Kayıp Dünya

Ancak insanoğlu uçmaya başladıktan sonra ona tekrar taarruz etti, fotoğrafları çekildi ama iki motorlu uçaklarıyla tepesine inmeye çalışanlar başaramadı... Artık o da teknolojiye yenildi fethedildi ama halen sayısız bilinmezlik ile dünyanın içinde bambaşka bir dünya olarak kaldı. Halen dünyanın en gizemli yerlerinden biri...

Roraima Dağı, Amazon ormanlarından gökyüzüne doğru fırlayan, sanki dev bir gemi enkazı gibi duruyor. 2 bin 770 metre yüksekliğindeki Kuvarstan dağa, bilimadamları Kayıp Dünya diyor.

Dağın tepesinde çok sayıda şelale bulunuyor. Bu kadar sert bir dağda çok sayıda şelale bulunması bilim adamları tarafından tuhaf karşılanıyor. Bazı yerleri saf granitten olan Roraima Dağı sadece kendi görüntüsüyle değil üzerinde yaşayan canılarla da şaşırtıyor. Dünyanın en küçük kurbağası bu dağın zirvesinde yaşıyor. Ayrıca dağda yaşayan bitki ve hayvanları buradan başka yerde görmek mümkün değil.

Günlerin isimlerinin anlamı nedir
Haftanın günleri Arapça, Farsça gibi dillerden bize gelmiş. Anlamları şöyle:Pazar: Farsça bazar (alış veriş için kurulan yer, Pazar)'dan. Pazar'ın kurulduğu gün.Pazartesi: Pazar'ın ertesi günüSalı: İbranice salis (üç)'ten, haftanın üçüncü gününe denk gelen gün.Çarşamba: Farsça cehar-şenbe (dördüncü gün, cehar: dört, şenbe:gün)'denPerşembe: Farsça penç-şenbe (beşinci gün, penç: beş, şenbe gün)'denCuma: Arapça Cem'den Cuma (toplanma, toplantı anlamında) İslam dininin doğuşundan sonra Müslümanların haftada bir toplanıp toplum işlerini görüştüğü, birlikte ibadet ettiği toplanma günü.Cumartesi: Cuma'nın ertesi günü.
Alman üniformaları nasıl ve neden yapıldı?


Birinci Dünya Savaşı sırasında hem Almanya hem de Avusturya'da pamuk kıtlığı vardı.

Pamuğun yerini tutabilecek uygun bir madde arayan bilimciler zekice bir çözüm denedi: Çok az miktarlarda pamuğu ısırgan otuyla karıştırdılar; özellikle de kaşındıran ısırganların (Urtica dioica) sert liflerini kullandılar.

Almanlar hiçbir sistematik üretim olmaksızın bu maddeden 1915'te 1,3 milyon kilo, bir sonraki yılsa 2,7 milyon kilo daha yetiştirdiler.

Küçük bir muhabereden sonra İngilizler iki Alman giysisini ele geçirmiş ve bu giysilerin yapısını şaşkınlıkla incelemiştir. ..

Isırganın pamuğa kıyasla birçok tarımsal kolaylığı vardır: Pamuk çok fazla sulama ister, sadece ılık iklimlerde yetişir ve ekonomik olarak yetiştirilmek isteniyorsa bol miktarda zirai ilaç gerektirir.

"Tamamen ısırgandan bir ceket" giymenin de tehlikeli bir tarafı yoktur, kaşındıran tüyler -zehir dolu silikadan yapılmış küçük deri altı şırıngaları- üretimde kullanılmaz. Sadece gövdedeki uzun lifler işe yarar.

Elbette bu bitkinin çeşitli kullanımlarını ilk keşfeden Almanlar değildi. Avrupa çevresindeki arkeolojik kalıntılar bu bitkinin balık ağı, sicim ve giysi yapımında on binlerce yıldır kullanılmakta olduğunu göstermektedir.

İngiltere'nin Dorset kasabasının Marshwood köyünde Bottle Inn adında bir bar her sene Dünya Isırgan Yeme Şampiyonası düzenlemektedir. Kurallar çok katıdır: Eldiven yok, ağza uyuşturucu madde almak yok (bira hariç) ve kusmak yok.

İşin püf noktası, ısırgan yaprağının tepesini kendinize doğru katlayıp dudaklarınız arasından ittirmekte ve bir yudum birayla hızlıca mideye indirmekte yatıyor. Kuru ağız, yara bere olur derler. Bir saatin sonunda boş sapları ardı ardına ekleyip en uzun sap dizisini yapan kazanır.

Şu andaki rekor erkeklerde 14,6 metre, kadınlarda 8 metre civarındadır
Neden birçok otelde resepsiyonu aramak için 9 tuşuna basılıyor?


Bu geleneğin kökeni, telefonun kadranlı olduğu günlere uzanıyor. O zamanlar "9" çevrilerek operatöre, oradan da aranılan numaraya ulaşılırdı. Ayrıca, "0" çevrilerek de PTT santralından görüşülecek numara istenirdi. Kadranın en üstünde bulunan "1" in yanlışlıkla çevrilebileceği gerekçesiyle, en alttaki "0" tuşu yeğlenmişti. Böylece, o dönemlerde çok ender görülmekle birlikte, hattın gereksiz yere işgali de önleniyordu. Bu nedenle "0", iş yerlerinde ve otellerde dış hatta çıkış numarası olarak kabul edildi. Ve bunu izleyen "9" tuşu da standart olarak bina içi görüşmelerini bağlamak için seçildi. Bugün isteğe göre çeşitli numaralar programlanabiliyor. Ama "9", büyük çoğunlukla otellerde resepsiyonu aramak için kullanılıyor...
Kema yayları neden  yapılır?


Keman yayları kedi bağırsağından yapılmaz, hiçbir zaman da yapılmamıştır.

Bu efsane Ortaçağ İtalyan keman ustalarının, enstrümanları için iyi tellerin koyun bağırsağından elde edildiğini keşfetmeleriyle başladı. Kedi öldürmek çok korkunç bir uğursuzluk getirdiğinden, icatlarını korumak için herkese telleri kedi bağırsağından yaptıklarını söylediler.

Koyun bağırsağından yapılışının efsanesi

Efsaneye göre, Abruzzi dağının Pescara yakınındaki köyü Salle'de, Erasmo adında bir eyerci bir gün kuruyan koyun bağırsağının arasından esen rüzgarın sesini duymuş ve bunun Rönesans kemanı olarak bilinen eski bir keman türü için iyi bir tel olabileceğini düşünmüş.

Salle 600 yıl boyunca keman yayı üretiminin merkezi haline geldi ve Erasmo yay yapanların koruyucu azizi olarak kutsandı.

1905 ve 1933'teki kötü depremler Salle içindeki endüstriyi sona erdirdiyse de dünyadaki lider yay üretici firmalarından ikisi -D'Addario ve Mari- hâlâ Salle'li ailelerce işletiliyor.

1750'ye kadar tüm kemanlarda koyun bağırsağından yapılmış yaylar kullanıldı. Bağırsağın hayvandan henüz ılıkken çıkarılması ve yağ ve pislikten arındırılıp soğuk suya batırılması gerekir. En iyi kısımları şeritler halinde kesilir ve istenen kalınlıkta bir yay elde edilene kadar kıvırıp çekiştirilir.

Günümüzde de koyun bağırsağı kullanılıyor mu?

Her ne kadar keman meraklılarının çoğu bağırsaktan yapılan telin en yumuşak sesi verdiğini düşünüyorsa da, günümüzde yay yapımında bağırsak, naylon ve çelik karışımı kullanılmaktadır.

İlginç bir iftira;

Richard Wagner nefret ettiği Brahms'ın itibarını sarsmak için berbat bir dedikodu yaydı. Brahms'ın Çek besteci Antonin Dvorak'tan "Bohemlere özgü serçe katleden bir yayı" hediye olarak kabul ettiğini iddia etti. Sözde, Brahms bu yayla Viyana tarzı evinin penceresinden gelip geçen kedilere rastgele atışlar yapıyormuş.

Wagner şöyle devam etti: "Zavallı hayvanları vurduktan sonra aynı alabalık avlayan bir balıkçı edasıyla ipini sararak odasına çekiyormuş. Sonra da kurbanlarının son nefeslerini verirken inlemelerini şevkle dinleyerek ante mortem (ölüm öncesi) gözlemlerini defterine not ediyormuş."

Wagner, Brahms'ı hiç ziyaret etmedi ya da evini hiç görmedi; böylesi bir "serçe yayı"nın bırakın Dvorak tarafından hediye edilmesini, varolduğuna dair herhangi bir kayıt bile yok gibi görünüyor.

Kediler diğer tüm türler gibi sessizlik içinde ölmeye eğilimlidir. Buna rağmen, bu kedi öldürme söylentileri Brahms'ın üzerine yapışmış ve bu iddia gerçekmiş gibi birçok biyografide tekrar edilmiştir.

17 Aralık 2014 Çarşamba

16 Aralık 2014 Salı

Fenarbahçe'nin efsane olmuş ve çoğu Fenerbahçeli olmayan insanların da gönlünde taht kurmuş olan Alex de Souza kısa zaman önce futbol kariyerine son verdi. Böyle bir yeteneğin, efsanenin futbol kariyerindeki attığı golu, yaptığı asisti herkes merak ediyordur. 1995 yılında yani 18 yaşında profesyonel futbol hayatına başlayan Alex de Souza kariyeri boyunca 896 maçta 363 gol 264 asist yapmıştır. Ayrıca üstün oyun kurma yeteneği ile her zaman maçın gözdesi olmada 1 numaralı aday olmuştur. Alex'in Fenerbahçe kariyerinde ise 344 maçta 172 gol 139 asisti bulunmaktadır.



Efsane Alex
TOMBALA PROGRAMI İNDİR
Yılbaşının vazgeçilmez eğlencesi tombaladır,fakat oynarken tombala numaralarının kaybolması eksik cıkması dert oluyor ve insanın oynama hevesini kırıyor.İşte tam burada bu program süper bir çare.Tombala kartlarınızı alın taşları atın,nedenmi tombalayı sizin yerinize bilgisayar çeksin.Program bilgisayara kurulum gerektirmiyor.Exe'yi indir Bilgisayara kurmak gerekmiyor doğrudan çalıştır tombalanız hazır.İster mause ile ister enter tuşuna basarak sayı çekilişini yapabilirsiniz.Herkese iyi eğlenceler.DOSTLARINIZLA  PAYLAŞABİLİRSİNİZ.

                                                                      DOWNLOAD

14 Aralık 2014 Pazar


 1- Ortalama bir insan hafızası 2.5 petabyte(2.5 milyon gigabyte)lık bir bilgisayar sabit diskine kuvvetlidir.
Eğer insan hafızası bilgisayar hard diski olsaydı, 2.5 petabyte(2.5 milyon gigabyte) depolama yeri olurdu.

2- Alkol kullanımı, purkinje adı verilen birtakım beyin hücrelerine zarar verir ve uzun süreli bellek ile olan bilgi alışverişini engeller.
Bu yüzden fazla alkol tüketen insanlar içtikleri gece ne yaptıklarını hatırlayamazlar.

3- İnsan suratlarını tanıyamamak veya hatırlayamamak ender görülen bir hafıza kaybıdır ve bunun tıp dilindeki adı “prosopamnesia”dır.

4-Limbik sistemdeki hipokampus’un yeni hafıza oluşumunda önemli bir rolü vardır.
Hipokampus, 80 yaşına gelen insanlarda sinir hücrelerinin yaklaşık olarak %20′sini kaybetmiş olabilir.

5- 2001 yılında yapılan bir araştırmaya göre, genelde solak insanlar sağlak insanlardan daha iyi hafızalara sahiptirler.
Çünkü beynin her iki lobu arasındaki bilgi iletişimini sağlayan, sinir ağlarından oluşan yapı(corpus callosum) hatırlamaya yardımcı olur ve bu yapı solak insanlarda genellikle daha büyüktür.
Yalnız bu bilimsel açıdan kanıtlanmış birşey kesinlikle değildir.

6- Beta blokör ilaçları sayesinde kötü hatıraların hatırlanması engellenebilir. Yalnız bu ilaçlarla hafıza kayıtlarını silmek mümkün değildir, sadece acı veya korku gibi duyguları hatırlamanın önüne geçilebilir.

7 - Yetişkin insanlar 15 ile 25 yaş arasındaki hatıralarını en iyi hatırlarlar. Çünkü çoğunlukla “anımsama tümseği” bu yıllar arasındadır.

8- Yetişkin insanların bir konu üzerindaki dikkat süresi ortalama 20 dakika kadardır.
Eğer bu konu ilgilendikleri bir konuysa, konsantre halinde kalmak daha uzun sürebilir.

9 -Kısa süreli bellek en fazla 7 farklı bilgiyi akılda tutabilir ve bu genellikle sadece 20 saniye sürer.

* 18 Şubat 1979 yılında sahra çölüne kar yağmıştı.
  * ABD’de, yaşları 20 ile 29 arasında olan zenci erkeklerin üçte biri ya hapiste ya da gözaltında tutulmaktadır.
  * Açık bir gecede, çıplak gözle iki bin ayrı yıldızı görmek mümkündür.
  * Albert Einstein dokuz yaşına kadar düzgün konuşamamıştı.
  * Amerika’da her saat 40 kişi kanserden hayatini kaybediyor.
  * Amerika’da satışa sunulan ilk cd, Bruce springsteen`in "Born in Theusa" albümüdür.
  * Amerikan havayolları, uçuşlarda yolculara sunduğu kahvaltılarda her tepsiden bir zeytini kaldırarak 1987 yılında 40 bin dolar kar etmiştir.
  * Aslanlar bir günde 50 kez sevişebilirler.
  * Atların insanlardan 18 tane fazla kemiği vardır.
  * Avustralya’daki tuvaletlerin sifon suları saat yönünde akar.
  * Ayı inlerinin girişleri her zaman kuzeye bakar.
  * Başkan John F. Kenndy, yirmi dakikada dört gazete okuyabilirdi.
  * Baykuş mavi rengi görebilen tek kustur
  * Beethoven beste yapmadan önce kafasını soğuk suya sokardı.
  * Bir Big Mac hamburgerin ekmeğinde ortalama 178 adet susam bulunuyor.
  * Bir cam kırıldığında, ufalanan parçalar saatte üç bin millik bir hızla etrafa saçılır.
  * Bir devekuşunun gözü beyninden büyüktür.
  * Bir Erkek Hayatının Ortalama 3350 Saatini Tıraş Olmak İçin Harcar.
  * Bir hamamböceği kafası koptuktan sonra açlıktan ölmeden dokuz gün yaşayabiliyor.
  * Bir insan yaşamı boyunca iki yüzme havuzunu dolduracak kadar tükürük salgılar.
  * Bir karınca kendi ağırlığının elli kati ağırlığı kaldırabilir.
  * Bir karıncanın koku alma yeteneği en az bir kopeğinki kadar gelişmiştir.
  * Bir kilo limonda bir kilo çilekten daha fazla şeker vardır.
  * Bir kromozom bir genden daha büyüktür.
  * Bir okyanusun en derin yerinde, demir bir topun dibe çökmesi bir saatten uzun sürer.
  * Bir timsahın gözlerinin arasındaki mesafe, ayaklarının büyüklüğüne eşittir.
  * Birinin yüzünü hatırlamak için beynin sağ tarafı kullanılır.
  * Buckingham sarayında 602 oda bulunuyor.
  * Bugüne kadar bilinen en ağır böbrek taşı 1.36 kg
  * Bugüne kadar kaydedilmiş en büyük dalga, 1971 yılında Japonya’nın İshigaki Adası’nda 85 metre yüksekliğine ulaşmıştır.
  * Bugüne kadar ölçülmüş en büyük buz dağı, 200 mil uzunluğunda ve 60 mil genişliğindedir ve Belçika’dan daha büyük bir yüzölçümüne sahiptir.
  * Bukalemunların dilleri, vücutlarından iki kat daha uzundur.
  * Central park`ta yüzmek yasalara aykırıdır.
  * Çocuklar baharda daha fazla buyuyor.
  * Dalmaçyalılar gut olmayan tek köpek cinsidir.
  * Değerli taşların çoğu birkaç elementten oluşur, sadece pırlanta tamamen karbondan oluşur.
  * Döllenmeden sonra çocuğun boyu 5 milyon kat buyur...
  * Dünyada her dakika iki tane düşük şiddette deprem olmaktadır.
  * Dünyada insan başına düşen karınca sayısı bir milyondur.
  * Dünyadaki hayvanların yüzde sekseni altı ayaklıdır.
  * Dünyadaki ilk telefon rehberinde sadece elli isim yer almıştı.1878 yılının şubat ayında    Connecticut New Haven’da yayımlanmıştı.
  * Dünyanın bir numaralı domuz üreticisi ve tüketicisi cinliler.
  * Dünyanın en büyük şeker ihracatçısı Küba’dır.
  * Dünyanın en hızlı büyüyen bitkisi bambu, bir günde 90 cm kadar uzuyor=.
  * Eğer Barbie gerçekten yaşasaydı vücut ölçüleri 97–72 82 cm olacaktı.
  * Eiffel Kulesi’nin tepesine çıkana kadar 1792 basamak vardır.
  * Elektrikli sandalye bir dişçi tarafından icat edilmiştir.
  * En fazla asfaltlı yola sahip ülke Fransa’dır.
  * En yakin oldukları noktada, Rusya ve Amerikanın birbirlerine uzaklıkları dört km `den daha azdır.
  * Erkekler kadınlara göre on kat daha fazla renk koru oluyorlar.
  * Eskimo dilinde kar yağışlarının farklarını tarif etmek için kullanılan yirmiden fazla sözcük vardır.
  * Fareler kusamaz.
  * Filler zıplayamayan tek memelidir.
  * Gecen 3500 yılın, sadece 230 yılı barış içinde yaşanmıştır.
  * Global ısınma yüzünden yükselen deniz seviyesi 2050 yılında Shangai ve deniz kıyısındaki diğer cin şehirlerinde büyük sellere neden olacak. Bu sellerde 76 milyon kişi evsiz kalacak.
  * Gözleri açık tutarak hapşırmak imkânsızdır.
  * Gözlerimiz hiçbir zaman büyümez. Ama burnumuz ve kulaklarımızın büyümesi asla sona ermez.
Pamela Georgeson, Osteopatik Hastalıklar Doktoru ve Amerikan Osteopatik Birlik’i üyesi, pediatri, alerji ve bağışıklık bilimi alanlarında heyet sertifikalı osteopatik doktoru, şu şekilde cevap veriyor:
Hapşırmak: Özellikle refleks olarak, ağız ve burundan ani, şiddetli, spazma benzeyen sesli bir nefes verme biçimi.
hapşıran çocukBurnumuz, vücudumuza alınan havanın giriş ve çıkış yaptığı ana rotayı belirler. Pozisyonu sebebiyle, bir sürü fonksiyonu vardır. Daralan geçiş yolları, solunan havanın yükselen bir türbülansla çıkışını sağlar. Bu türbülans, hava akımı ile burun mukozasının (burun duvarı) etkileşimi yükselterek, ısı ve nemin dengelenmesini ve havaya karışmış ve asılı duran parçacıkların temizlenmesini sağlar.
Hapşırmak, burun duvarında bulunan solunumla ilgili epitel hücrelerin, kaşınma ve rahatsızlığa karşı verdiği fizyolojik bir tepkidir. Hapşırmak genellikle histamin ve lökotrien gibi kimyasalların salınmasıyla başlar. Bu maddeler tipik olarak burun mukozasında bulunan eozinofil ve mast hücreler gibi, enflamatuvar hücreler tarafından üretilir. Bu kimyasal salınım viral solunum enfeksiyonları; burun mukozasındaki filtreden geçebilen parçacıklar, alerjik reaksiyonu tetikleyen maddeler ya da duman, polen, parfüm ve soğuk hava gibi fiziksel olarak rahatsız edebilecek etkenler sebebiyle ortaya çıkabilir. Burun mukozasındaki alerjik reaksiyonlar için IgE’nin – vücudun alerjik madde için özellikle ürettiği antikor – mevcudiyetine bakılır. Bu durum, burun tıkanıklığı ve burun sızıntısı gibi semptomlar gösteren burun damarları akıntısına sebep olur. Ayrıca sinir uçları uyarılmış olduğundan, kaşıntı hissi gelir.
hapşıran adamNihayetinde, uyarılmış sinir uçları beynin içindeki bir refleksin aktive olmasını sağlar. Bu sinirsel tepki, duyusal sinirlere doğru yolculuğa çıkar, daha sonra sinirlerin kontrol ettiği kafa ve boyun kaslarına ulaşır, bu da ani bir hava çıkışına sebep olur. Göğüs kafesinden artarak gelen basınç ve ses tellerinin kapanması, yüksek hızlı hava akımı yaratır. Ses tellerinin ani açılımı ile basınçlı hava, solunum sistemine giriş yapmış tahriş edici parçacıkların geri çıkarılmasını sağlar. Bu yolla burnun içindeki rahat edici parçacıkların çıkmasına da yardımcı olunur. Ancak, iltihaplı hastalıklardan muzdarip kişilerde hapşırmak, mukozanın her bir damlacığında bulunan sayısız viral parçacığın çıkışını sağladığından, nezle ve soğuk algınlığının yayılmasına sebep olur.

Bu reaksiyonu kontrol altında tutmaya yardımcı olan çeşitli ilaçlar mevcuttur. Antihistaminler, esas olarak burnun içindeki kan damarlarında bulunan alıcıların histamin etkisini engelleyerek çalışır. Bazı reçeteli antihistaminler, reçetesiz satılan emsalleriyle karşılaştırıldığında yatıştırıcı özellikte değildirler. Dekonjestanlar nefes daralmasına sebep olanaynı kan damarlarından bulunan alıcıları uyarır ve sıvı tutulumunun artışını hafifletir. Alerjik hastalarda kullanılan lokal burun steroitleri, enflamatuvar hücre sayısını düşürür ve sonuç olarak histamin salınımını engeller.
Kaynak: http://www.scientificamerican.com/article/why-do-we-sneeze/

11 Aralık 2014 Perşembe

Klinik ölüm sonrası insan 5 dakika içinde hayata geri getirilebilir. 5 dakika sonra beyin hücreleri ölmeye başlar, ama yine de bu süreyi 5 dakika daha uzatmak mümkündür.


sedyede ceset

Gündemi alt üst eden bu konu hakkında sanırım herkesin az çok fikri vardır. Liselere "Osmanlıca" dersi verilmesi hakkında Milli Eğitim  bir karar aldı. Bu karar Osmanlıca'nın zorunlu ders haline getirilmesiydi. Ancak uzun tartışmalar sonucu bu karardan vazgeçilip tekrardan Osmanlıca'nın seçmeli ders olması uygun görüldü. Bu tartışmaların uzun zamandır devam ettiği ve devam da edeceği aşikar. Siyasetin sol cephesi bu duruma pek ılıman bakmadı. Bunun nedeni ise ülkenin bu dersle çağdaşlaşmaktan çok geriye dönüş olacağı düşünülmesi. Ki bana bırakırsanız da olacak olan budur. Bence Osmanlıca yerine diğer dil derslerine, günümüzün, geleceğin dillerine daha fazla özen gösterilmeli ve toplumu uluslararası ortamlarda boy göstermesi sağlanmalı. Ancak bu dersin yararlı olacağını düşünenler de var. Bu düşüncenin çoğunlukta olduğu kesim ise siyasetin sağ cephesi. Her ne kadar ülkeyi yönetenleri bu şekilde sınıflandırmak istemesem de her konuda ne yazık ki kesin bir çizgi ile birbirlerinden ayrılıyorlar. Bu yazımda istediğim sizin de durup bir düşünmeniz. Sizce böyle bir dersin müfredata konması sakıncalı olur mu? Olursa neden sakıncalı? Olmassa neden sakıncalı değil? Yada olmalı ancak seçmeli ders olmalı diyenlerimiz de olabilir. Açıkçası benim fikrim de bu yönde. Eğer öğrencinin ilgisi ve yeteneği varsa fazla bilginin göz çıkarmayacağı taraftarıyım. Talebe göre müfredat ayarlanmalı ve öğrenciye ona göre sunulmalı. Sizlerden de görüşlerinizi bekliyorum. Bu yazının altındaki yorumlar bölümünden görüşlerinizi herkesle paylaşabilir tartışabilirsiniz. :)) Ayrıca Murat Bardakçı'nın bu konudaki yorumunu da mutlaka okumalısınız. Murat Bardakçı'nın yorumu

10 Aralık 2014 Çarşamba

Nuh’un Gemisi,ATLANTİS,Kutsal Kase,Mu ,Ahit Sandığı

İnsanoğlunun en fazla merak ettiği kayıplar arasında ‘’Nuh’un Gemisi'’, ‘’Atlantis uygarlığı'’ ve varlığı tartışılan ‘’Kutsal Kase'’ geliyor.İşte asırlardır aranın en meşhur 5 yitik.

Yeryüzünde birçok kayıp medeniyet ve kültür hazinesinin bulunması için her yıl onlarca araştırma yapılıyor. Kayıplar arasında en fazla merak uyandıranların başında Nuh’un Gemisi geliyor.

Nuh’un Gemisi’ni bulmak için çeşitli tarihlerde yapılan birçok arama çalışması sonuçsuz kalmasına rağmen halen araştırmacıların en fazla ilgilendikleri kayıplar arasında ilk sırada yer alıyor.

-AĞRI DAĞI’NDA MI?

Nuh’un Gemisi’nin Ağrı Dağı’nda olduğa inananların sayısı hayli fazla. Resmi kayıtlara göre, Nuh’un Gemisi’ni aramak üzere 20 Ağustos 1829′da Ağrı Dağı’nın zirvesine ulaşan ilk araştırmacı Alman bilim adamı Frederic Parrot oldu. Parrot, Nuh’un Gemisi’nin Ağrı Dağı’nda bulunduğunu öne sürerek biri Rus, 6’sı Alman 7 arkadaşı ile zirveye ulaştıktan sonra dönüşte, gemiyi bulamadığını ama izlerine rastladığını iddia etmişti.

Ağrı Dağı’na daha sonra da arama tırmanışları gerçekleştirildi. 1916 yılında Vladimir Roskovski adlı bir Rus pilot, Ağrı üzerinden uçarken bir gemi kalıntısı gördüğünü iddia etmiş ve konuyu tekrar gündeme taşımıştı.

11 Eylül 1959′da Milli Müdafaa Vekaletine bağlı Harita Müdürlüğünde görevli binbaşı İlhami Durupınar da Ağrı Dağı’nın 4000-4500 metre yükseklikten çekilmiş fotoğraflarını incelerken Nuh’un Gemisi’ne çok benzeyen bir oluşum var olduğunu ileri sürmüştü.

Nuh’un Gemisi’ni bulmak amacıyla dağa çıkanlardan birisi de aya ilk ayak basan astronotlardan James Irwin oldu. Irwin ve arkadaşları da Nuh’un Gemisi’nin Ağrı Dağı’nda olduğunu ileri sürerek araştırma yapmış ama gemiyle ilgili somut bir bulgu elde edememişlerdi.

-KAYIP MEDENİYET ATLANTİS-

Sular altında kaldığı söylenen efsanevi ada Atlantis de insanoğlunun en fazla merak ettiği ve bulunması için araştırmacıların çalışma yaptığı en önemli kayıplardan biri olarak dikkat çekiyor.

İspanya’nın güney sahilleri, Girit Adası yakınları, Konya, Kıbrıs ile Suriye arasında Akdeniz’in derinleri gibi birçok değişik bölgede olduğu ileri sürülen medeniyetin izlerini bulmak için yapılan çalışmalar bıkmadan sürdürülüyor.
Bugün birçok insanın varlığına inandığı Atlantis’ten ilk bahseden ise ünlü düşünür Eflatun…. Kaynak olarak Atinalı Solon’u gösteren Eflatun’a göre Atlantis, Cebelitarık Boğazı’nın batısında, Libya’dan daha büyük bir ülke. Eflatun’dan günümüze kadar gelen bilgilere göre, Batı Avrupa ile Libya’yı ezip geçen Atlantis orduları, Atinalıların gösterdiği direnç karşısında gerilemek zorunda kalır ve şiddetli bir deprem sonunda da MÖ 9600′de, bir gece içinde sular altında kalır.

-KUTSAL KASE-

Dan Brown’ın ‘’Da Vinci Şifresi'’ kitabıyla gündeme gelen ve efsaneye göre, Hz. İsa’nın Yahudi ve Romalıların oluşturduğu askeri bir güç tarafından yakalanıp çarmıha gerilerek idam edilmesinden önce havarileri ile yediği son akşam yemeğinde kullandığı veya çarmıha geriliş esnasında Arimatealı Yusuf’un İsa’dan akan kanı doldurduğu bir kasenin varlığına inanlar da çoğunlukta.

Vatikan’ın varlığına inanmadığı Kutsal Kase özellikle Hristiyan araştırmacıların ve hazine avcılarının geçmişte olduğu gibi günümüzde de büyük ilgisini çekiyor. Antakya’da olduğu yönünde iddiaların ortaya atıldığı Kutsal Kase’nin İstanbul’daki Çemberlitaş’ın altında bile olabileceği ileri sürülmüştü.
-
KAYIP KITA MU-

İzlerine tarih içinde pek çok uygarlıkta rastlandığı ifade edilen batık Mu kıtası, insanoğlunun en büyük kayıp meraklarından birisini oluşturuyor.
19. Yüzyılda İngiliz araştırmacı James Churchward kayıp kıta için Orta Amerika’da çeşitli araştırmalar yaparak, konuyla ilgili eserler kaleme aldı.
Bilim dünyası Mu uygarlığının varlığına kuşkuyla yaklaşmasına rağmen, kıtanın battığı öne sürülen tarihte dünyada büyük bir jeolojik olayın yaşanması araştırmacılar için her zaman dikkat çekici bulundu.
Atatürk’ün, Churchward’ın Mu kıtasıyla ilgili eserlerini Türkçe’ye çevirtmesi ve Tahsin Bey’i araştırma yapmak üzere Meksika’ya büyükelçi ataması, kayıp kıta Mu’nun Türklerin kökeni açısından da önemli olabileceği düşüncesinden kaynaklanmıştı.

-HAZRETİ MUSA’NIN SANDIĞI-

Ahit Sandığı veya Tabut-u Sakine olarak adlandırılan Hazreti Musa’nın sandığı da en önemli kayıplar arasında.

Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Felsefe ve Din Bilimleri Bölüm Başkanı Prof. Dr. Ali Rafet Özkan, Hazreti Musa’nın kutsal kitap Tevrat’ı çoğaltarak 12 kabilesine dağıttığının, aslını ise yaptırdığı bir sandıkta korumaya aldığının bilindiğini anlatarak, şunları söyledi: ‘’Hazreti Musa’nın çeşitli eşyalarının da bulunduğu söylenen sandık, Kudüs’teki mabette koruma altına alınır. MÖ 586 Babil orduları tarafından istila edilen Kudüs’teki mabet yağmalanır ve Hazreti Musa’nın sandığı kaybolur.'’

Hazreti Musa’nın sandığının yeraltı mağaralarında saklandığı yönünde bazı görüşlerin bulunduğunu anlatan Özkan, sandığın nerede olduğu ya da akıbeti konusunda somut bir bilgi olmadığını ifade ederek, ‘’Bu sandığın Antakya’da bir mağarada saklandığı da ileri sürülüyor'’ diye konuşmus

Çinlilerin genel olarak vucudun hassas noktalarını hedef alan işkencelerine ve bu tanıma uyan diĞer işkencelere verilen genel ad.


1- İdam edilecek adamın yanı başında bir sac hazırlanırmış ve bu sac allttan verilen ateşle iyice kızdırılırmış...kafası kesilen adamın kafasını kestikten hemen sonra bu saca bastırırlarmış...sıcaktan dolayı kan beyinde 2 saniye kadar dolaşacağı için adama yerde duran cansız bedeni son defa gösterilirmiş...
2- Suçlunun derisini yüzüp denize atarlarmış...(acıyı tahmin edin artık)
3- Suçlu ortası delik bir sandalyeye cıplak bir şekilde oturtulurmuş...bu delik yere içinde fare olan bir kase yerleştirilirmiş...ve kaseyi alttan yavaş yavaş ısıtırlarmış...tabiki sıcağa dayanamayan fare çıkacak biyer bulamayınca suçlunun makattan kemirmeye başlayıp en son ağzından çıkarmış...
4- Suçlu güneşin altına ellerinden bağlı biş şekilde yatırılırmış...suçlunun saçları kazınıp kafasına deve derisi geçirilirmiş...deve derisi güneşte eriyip suçlunun kafasına yapışırmış...saçlar deve derisi yüzünden dışarı doğru çıkamayıp içeri doğru çıkmaya başlarmış...bir süre sonra saçların kafatasını delmesiyle beyne ulaştığı anda adam ölürmüş...
5- Suçlunun sığabileceği bir çukur kazılır ve suçluya tıkabasa yemek yedirilirmiş...dışkısını da o çukura yapmak zaorunda kaln adam bir süre sonra dışkılarının bedenini çürütmesiyle ölürmüş...
6- suçlunun kafası kazınırmış ve suçlu bir direğe hiç hareket edemiyeceği şekilde bağlanırmış...ve üstten damlalar halinde soğuk su damlatılırmış...damlalar bir süre sonra balyoz etkisi yaptığından adamın delirmesi sağlanırmış...
7- Suçlunun göz kapaklarına iğne batırılırmış...ve adam bir süre sonra daynamayıp gözlerinin kapatır ve kör olumuş...(adamın biri 2 günün dayanmış)
8- Suçlu 10 metre karelik bir odaya kapatılırmış...ve burdan hiç çıkartılmazmış...yemeği düzenli olarak verilen adam tuvalet olmaması nedeniyle tuvaletini odanın bir kenarına yapmak zorunda kalırmış...bir süre sonra yaptığı dışkı ve idrarların zehir salgılamalarından dolayı adam zehirlenerek ölürmüş...
9- Suçlunun göz kapakları açık kalacak şekilde tutuluruş...ve belli bir mesafeden ellerinin adamın gözüne doğru ileri geri sallarlarmış...saatlerce süren bu olayın sonunda adam kafayı yermiş....
10-At hırsızlarını önce sırtından kırbaçlarlarmış sonra çölüm ortasında tuzlu bi direğe keçi derisiyle bağlarlarmış ve önünede bi tas su koyarlarmış adam suyu almak için eğildiğinde keçi derisi esnek olduğu için adamı direğe yapıştırırmış



ALINTIDIR.

1300'lerde Avrupa

'Kara Ölüm' olarak bilinen veba salgını ilk olarak 1300'lerde Çin'deortaya çıktı. Kurbanların şikayetleri ağrılar, ateş ve bulantıylabaşlıyordu. İnsanların dirseklerinde ve kasıklarında mor kabarıklıklaroluşuyor ve kısa sürede yumurta büyüklüğüne ulaşıp sertleşiyordu. Buyumurtalar patladığında içinden pis kokulu siyah bir madde fışkırıyorduancak bu rahatlama kurban için çok geç oluyordu. Çünkü hasta beş güniçinde ölüyordu.

Bunun bilinen bir tedavisi yoktu ve alınan hiçbir önlem işeyaramıyordu. Seksen yıl içinde hastalık Çin nüfusunu üçte bir oranındaazaltmıştı. İyi işleyen ticaret yolları aracılığıyla da salgın batıyadoğru, Hindistan ve Ortadoğu'ya ilerliyor, her gün binlerce insanınölümüne neden oluyordu.

Hastalığa neyin sebep olduğu bulunamıyordu. 1347'de bozkır savaşçılarıbir Ceneviz şehrini kuşatıp mancınıkla hastalıktan ölmüş cesetlerişehre fırlattılar. Böylece şehrin çoğunluğu hastalığa yakalandı. Bucesetler toplanıp yakıldı ve ardından da gömüldü ancak hastalığınyayılması engellenemedi. Şehir mahvolduğu için Cenevizliler Sicilya'yageri döndü ve hastalığı orada da yaydılar. Hastalık, yeni ve kendisiyleilgili hiç bilgisi olmayan bir nüfusa yayılacaktı. Sicilya üzerindenAvrupa ve Kuzey Amerika da hastalıkla tanıştı ve milyonlarca insanöldü.

Bu salgına hastanın derisinin son aşamalarda koyu mor bir rengedönmesinden dolayı "Kara Ölüm" adı verildi. Derinin bu renge dönüşmesi,soluma sorunları yüzünden kanda oksijenin azalmasından kaynaklanıyordu.Hastalık bir kere bedene girdikten sonra o günün hiçbir tıp tekniğitedavi edemiyordu. Kara ölüm şehirlerin tümünü darmadağın ederkenAvrupa uygarlığının da paniğe kapılmasına yol açtı

Doktorlar salgını durdurmanın yollarını aradılar. Hastalar evlerindekarantina altına alındılar ancak hastalık yine de bir orman yangınıhızıyla yayıldı. Birçok insan kara ölümün, Tanrının onlara günahkaryaşamları yüzünden gönderdiği bir ceza olduğuna inandı. Tanrınınöfkesini yatıştırmak için insanlar günah keçileri aramaya koyuldu.

Bazı dindarlar Tanrının öfkesini kendi üzerlerine çekip insanlarıkurtarmak için kendilerini kırbaçladı. Özellikle Brüksel veStrasburg'da bazıları olanları Musevilerin varlığına bağladı.

Bu panik döneminde binlerce insan öldü. Salgının cadılar yüzündenortaya çıktığı da söylendi. Zararsız erkek ve kadınlar evlerindenalınıp hastalığın yayılmasını önleme amacıyla yakıldı. Kedilerin iseparlayan gözleri ve geceleri dışarıda çok dolaşmaları yüzünden bu"cadıların" büyülü hayvanları olduğu düşünülüyordu. Binlerce kedikatledildi.

Aslında Avrupalılar kedileri öldürerek salgına karşı en birinci savunmahatlarını kaybetmiş oluyorlardı. Çünkü veba salgını, öteki adıylaYersinia Pesüs yaygın bir fare biti tarafından taşınıyordu. Ortaçağdaher yer fare doluydu. Kanalizasyon ilkeldi. Caddeler insan dışkısı, çöpve ölü hayvan artıklarıyla doluydu. Kara veba, hastalığı taşıyanbitlerin fareler yoluyla yayılması sonucu artmıştı.

Cenevizlileri Avrupa'ya geri getiren gemide insanlarla birlikte karayaçıkan fareler hastalığı taşımışlardı. Limanda yaşayan bir sürü kediöldürülmemiş olsaydı fareleri yiyeceklerdi ve hastalık yayılmayacaktı.Ancak bu kemirgenler kontrolsüz kaldı ve getirdikleri hastalığıkorumasız binlerce eve yaydı.

14. yüzyılda salgın hastalık Avrupa'da beş kez daha baş gösterdi.Salgın sona erdiğinde nüfusun üçte birinden fazlası ölmüştü. Kediler öldürülmemiş olsaydı ölüm oranı çok daha az olurdu.


Uyurken, TV izlerken olduğundan iki kat daha fazla kalori harcarız.


koltukta uyuyan adam

9 Aralık 2014 Salı

Sivrisineklerin 47 tane dişi vardır.


sivrisinek incelemesi

8 Aralık 2014 Pazartesi

Soğuk havalarda ısınmak için alkol almak son derece tehlikelidir. Yüzeysel damarlarda genişlemeye yol açan alkol bir süre kendinizi ısınmış gibi hissetmenize yol açarken, vücudun ısı kaybını kolaylaştırır. Bu da donmayı çabuklaştırır.
alkol alan insan

7 Aralık 2014 Pazar

SOLO TÜRK tüm dünyada askeri makamlar tarafından kabul görülmüş en yetenekli gösteri timidir.

SOLO TÜRK
SOLO TÜRK

Sadece tek bir ağaç, senede 26.000 km yol alan bir arabanın, bir senede açığa çıkardığı karbonu yok eder. 

ağaç
Ağaç

6 Aralık 2014 Cumartesi


Tapınak Şövalyeleri, M.S. 1119'da varlığı anlaşılmış ve bu bölgedeki araziye sahip oldukları bilinen bir gruptu. Grup, Clairvaux'lu St. Bernard önderliğinde on Fransız şövalyesi tarafından kurulmuştu. O yıl Hugues de Payns ("Paganlar'ın" anlamına gelir) bu şövalyeler, Jerusalem'deki Kral Baldwin'in sarayına yerleştikleri Kutsal Topraklar'a gittiler. Burası, Kutsal Mezar'a yakındı ve Hz. Süleyman Tapmağı'nın' bulunduğu yere inşa edilmişti. Kutsal Şehir'e yolculuk yapan hacıları korumak için yemin ettiler ve manastır geleneklerine uyarak saflık, yoksulluk ve itaat yemini ettiler.

Ancak bu şövalyelerin neyin peşinde oldukları ve Jerusalem'de ne buldukları konusunda bol miktarda söylenti ortaya çıktı. Ne olursa olsun, bu şövalyeler Avrupa'da doğrudan Papa'ya bağlı güçlü bir askeri güç haline geldiler. Bu gruba katılmak isteyen birçokları akın etti ve sonucunda geniş topraklara sahip oldular. Uluslararası bağlantıları sayesinde Tapınak ilk banka haline geldi ve Hıristiyan dünyasının farklı noktalarında birçok alışverişi sağladı. Bu, zenginliklerini daha da artırdı.


Sufıler'le yakın ilişkilerini koruyarak, Kabala ve simya hakkındaki bilgilerini paylaştılar. Gizli törenleri ve mistik amaçları hakkında hikayeler yayılmaya başladı. Zamanla, zenginlikleri Fransa Kralı 4. Philip'i (Adil Philip) bile kıskandırdı. Grubun kurulmasından 189 yıl sonra 13 Ekim 1307 Cuma günü, Philip'in adamları Büyük Usta Jean Jacques de Molay ve 140 şövalyesini bölücülük, Tanrı'ya küfür ve büyücülükle suçladılar. Bunun ardından şövalyeler büyük eziyetler gördüler. Birçoğu, putperestliklerini itiraf etmeleri için Engizisyon tarafından işkence gördü.

1312'de Papa V.Clement resmi olarak grubu kaldırdı ve yerine Hospitaler Şövalyeleri'ni getirdi. Bağlandığı kazıkta öldürülmeden önce, masumluğunu savunan Büyük Usta, Tapınak Şövalyeleri'ne karşı işledikleri günahlar için 4. Philip ve 5. Clement'i Tanrı'nın önünde hesap verirken görmeyi diledi. Philip'e bir yıl, Clement'e bir ay verdi. İkisi de tanınan sürelerin sonunda acı içinde öldüler: Philip atından düştü, Clement ise kanserden öldü.

O zamanlar grubun tamamen ortadan kalktığı sanılıyordu ama şimdilerde Tapınak geleneğinin farmasonluğa dönüşerek devam ettiği düşüncesi dolaşmaktadır.

Gizlilik geleneği, Tapınak Şövalyeleri'nin inançlarını ve üyeliğe kabul törenlerini ortaya çıkarmayı imkansız kılmaktadır. Şövalyelerin itirafları hiçbir gerçek içermeyecek şekilde işkence yoluyla kazanılmıştı. Ancak grubu kuran şövalyelerin Jerusalem'deyken Akit Sandığı'nı bulduklarına dair söylentiler vardır. Bu bölgedeki gizli güçler hakkında bilgileri olduğuna, bu enerjileri ayinlerinde kullandıklarına ve izoterik bilgilerinin gotik katedrallerin biçimlerindeki gizli geometride yattığına dair inançlar da vardır.

Tapmak, gruba katılmak isteyen heyecanlı şövalyelerin verdikleri hediyeler sayesinde zenginliğini artırmıştır. Yaptığım araştırmalara göre, 1155'de Pembroke'lu Earl soyundan John Marshall kendilerine gizli bir yer verdiğinde Marlborough Downs'ın sahibi oldular. Haklarında çok fazla bilgi yoktur ve bilindiği kadarıyla birkaç kiracıyla bir çiftlikten başka bir şey kalmamış durumdadır. Ancak herhangi bir kilise binasına raslanmadığı için, buranın önemli bir Tapınak mülkiyeti olduğu da kabul edilmemektedir. Yere adını veren Tapınak'la bağlantısı, ayrı bir muammadır.

Modern tıp artık pek çok hastalığın çaresini buluyor, son 10 yılda teknolojide gelinen nokta hayal sınırlarımızı zorluyor. Ancak bütün bu sevindirici gelişmelere karşın, evren ve güzel gezegenimiz Dünya, hikmetini bir türlü çözemediğimiz sırlarla dolu. Üstelik bu konularda yürütülen çalışmalar, araştırmalar da en azından yakın gelecekte pek umut verici görünmüyorlar. Amerikan LiveScience dergisinde, yüzyıllardır gizemi çözülmeye çalışılan, varlığı ve yokluğu tartışılan, somut kanıtlara sahip olunamadığı için ‘sır’ olarak kalmayı sürdüren, bilimin bir türlü kesin ve akla yatkın bir açıklama sunamadığı tuhaf, ürpertici, merak uyandırıcı, en çok konuşulan ‘10 Gizemli Olgu’nun listesi yayımlandı. Hayaletlerden UFO’lara, psişik güçlerden ‘déjà vu’ duygusuna kadar tartışılan ve açıklanamayan 10 fenomen sizi bekliyor.

1 - BEDEN / ZİHİN BAĞLANTISI

Bir efsaneye dönüşen ‘plasebo etkisi’ zihinle beden arasındaki muhteşem ilişkinin en basit kanıtı. Bu etki kendini şöyle gösteriyor: Sahte, yani aslında ilaç olmayan bir ilaç aldıklarından habersiz denekler, dertlerine derman olacak bir hap ya da şurup içtiklerini düşündüklerinden kendilerini daha iyi hissediyorlar. Üstelik etki kimi zaman bununla da kalmıyor, tıbbi belirtilerde de düzelme görülüyor. Bazen de bu ‘yalancı’ ilaçların işe yaradığını kanıtlamak istercesine, içtiklerinin etkisiyle acı çekiyorlar. Plasebo deneklerine bakınca, insan ister istemez, zihin neye inanırsa bedeninin de onu yaşadığına hüküm getiriyor. Pek çok uzman, zihnin yardımıyla bedenin kendi kendini iyileştirebilme kabiliyetinin, modern tıbbın yaratabileceği bir ‘mucize’den kat be kat büyüleyici olduğuna inanıyor.

2 - HAYALETLER

“Ölü insanlar görüyorum” repliğiyle zihnimize kazınan ‘Altıncı His’ filminden, lisedeyken ev partilerinde pek çoğumuzun katıldığı masum ruh çağırma seanslarından, çocukken masal gibi dinlediğimiz korkulu hayalet hikâyelerine kadar ruhlar üzerine hep konuşulur. Hayaletlerin varlığı hakkında ciddi bir kanıt olmamakla birlikte, onları gördüğünü, onlarla konuştuğunu, onların fotoğraflarını çektiğini ısrarla anlatan -içten ya da değil- şahitler, pek çoğumuzun yakın çevresinde bile mevcut.


3 - DEJA VU

Fransızca bir kelime olan ‘déjà vu’, Türkçede ‘daha önce görülmüş’ anlamını taşıyor. Açıklamak istediği durum ise şu: Özel bir anı ya da birtakım koşulları, aynı şekilde daha önceden de yaşamış olduğunuzu hissetme hali. Herkesin hayatında bir ya da birkaç kez yaşadığı bu duygu, şaşırtıcı, anlaşılmaz, gizemli ve evet ürkütücüdür. Birçok kişi ‘déjà vu’ hissini psişik bir deneyim olarak algılar. Birçok kişiye göre ise bunlar, önceki hayatlarımızdan davetsiz çıkıp gelen anlık karelerdir. Araştırmacılar ‘déjà vu’ ile ilgili bazı açıklamalar yapmaya çalışsalar da, bu tuhaf hissin nedeni, bir gizem olmayı sürdürüyor.


4 - TAOS UĞULTUSU

ABD’nin New Mexico eyaletinde bulunan küçük Taos kentini ziyaret eden bazı turistler ve vatandaşlar, yıllardır, çöl havasında gizemli, güçsüz, düşük frekansa sahip bir uğultu ve titreşim duyduklarını anlatıyorlar. Bu iddiada bulunanlar, Taos vatandaşlarının sadece yüzde ikisini oluşturuyor. Bazıları bunun çöldeki garip birtakım akustik sorunlarından kaynaklandığını düşünürken, bazıları da bir çeşit kitle histerisi ya da uğursuz bir sır olduğuna inanıyor. Duyulduğu iddia edilen sese ister vızıltı, ister uğultu, ister titreşim deyin; ister psikolojik, ister doğal, ister doğaüstü olduğuna inanın... Hakkında bilinen bir tek gerçek var: O da şimdiye kadar hiç kimsenin bu garip sesin kökenini ortaya çıkaramadığı.


5 - DUYU ÖTESİ ALGI

Hem Doğu, hem de Batı toplumlarında, bazı insanların bir çeşit psişik güçleri olduğuna inanılıyor. Bugüne dek psişik güçleri olduğunu iddia eden kişiler, araştırmacılar tarafından pek çok teste tabi tutuldu. Ancak elde edilen sonuçlar her seferinde ya olumsuz ya da muğlak ve şüpheliydi. Altıncı hissin gücüne inanan pek çok kişi, psişik güçlerin test edilemeyeceğini, çünkü bir nedenle kendilerine şüpheyle yaklaşanların ya da bilim adamlarının yanında azaldığını vurguluyor. Eğer bu tespit doğruysa, bilimin psişik güçlerin varlığını, gelecekte de ne ispat edebilmesi ne de çürütebilmesi mümkün görünmüyor.


6 - ÖNSEZİ

İster altıncı his, ister önsezi, ister kötü hisler diyelim; hepimizin hayatımızda en az bir ya da birkaç kez garip sezgilerimizi rehber alarak hareket ettiğimiz olmuştur. Elbette bu karamsar hislerimiz çoğunlukla yanlış çıkar. Ancak kimi zaman kimi insanların altıncı hisleri -ne yazık ki- doğru alarm verir. Psikologlar bu durumu açıklarken insanların bilinçaltlarında, farkında olmadan çevremizdeki dünya hakkında bilgi topladığını vurguluyorlar. Bu şekilde biz aslında sadece ‘görünüşte bilmediğimiz’ bazı şeyleri biliyor ya da hissediyoruz. Ancak söz konusu bilgiler bilinçaltımızın derinliklerinde yaşadığı için, bunun nasıl olduğunu bir türlü anlayamıyoruz. Bu açıklama kimileri için tatmin edici olsa da pek çok araştırmacıya göre önsezi, kanıtlanması ve üstünde çalışılması zor bir konu.


7 - ÖLÜMDEN SONRA HAYAT

Hayatlarında bir kez ölüme yakın deneyim geçirmiş kişilerin bazıları, karanlık bir tünelde yol alıp, sonunda beyaz bir ışık huzmesine kavuştuklarına dair hikâyeler anlatır. Bunlar arasında sevdiklerinize kavuşmak, garip bir huzur hissetmek gibi daha renkli öyküler de mevcuttur. Bu deneyimler son derece etkileyici olmakla beraber, maalesef kimse ‘öbür taraf’tan elinde bir kanıtla ya da doğrulanabilir bir bilgiyle geri dönmeyi başaramadı. ‘Öbür dünya’ meselelerine kuşkuyla yaklaşanlar, söz konusu deneyimlerin travma geçirmiş bir beynin gördüğü halüsinasyonlar olduğunu vurguluyorlar. Tabii bu nedenle de son derece doğal ve açıklanabilir olduklarını... Ölüp de geri dönen olmadığına göre, bu konu gizemini koruyacak.


8 - UFO’LAR...

UFO deyince genelde insanların aklına uçan daireler, kısacası uzay gemileri gelse de UFO’nun açılımı ‘Tanımlanamayan Uçan Nesne’... Ve bu nedenle evet UFO diye bir şey var. Çünkü dünyanın her tarafında, gökyüzünde ne olduğunu tanımlayamadıkları birtakım objeleri gördüğünü söyleyen insanlar var. Ancak bu obje ve ışıklar, aslında uçak mıdır, meteor mudur yoksa gerçekten Marslıların son model uzay gemisi midirş Bu bir türlü açıklığa kavuşamıyor.


9 - ASLA BULUNAMAYAN KAYIPLAR

İnsanlar bazen kaybolur. Bazıları yaşadıkları hayattan kaçar, bazıları büyük çaplı ve cesetlerin tanınamadığı kazalarda yitip gider, bazıları cinayet kurbanı olur. Kayıplar ölü ya da diri bulunur. Ancak bazı insanlar vardır ki adeta buharlaşırlar. 1872’de Portekiz yakınlarında bulunan ‘hayalet gemi’ Marie Celeste’in mürettebatı, Amerikan işçi lideri Jimmy Hoffa bu şekilde kayıplara karışanlardan sadece bazıları. Kaybolanlar, normal şartlarda polis soruşturması, itiraflar ya da tesadüf sonucu bulunuyor. Ancak ortada kanıt olmadığı zaman insan, psişik detektiflerin işe ele atması gerektiğini düşünüyor.


10 - BÜYÜK AYAK

Bu gizem de Amerika’dan... Yeni Kıta’da yıllar boyunca, insana benzeyen, bol tüylü, son derece iri, ‘Büyük Ayak’ adlı bir yaratığı gördüğünü iddia eden sayısız insan ortaya çıktı. Tüm kıta çevresinde kaydedilen iddialar eğer doğruysa, aslında binlerce Büyük Ayak’ın yaşıyor olması gerekirdi. Ancak bugüne kadar bu korkunç yaratığa ait tek bir ceset bile bulunamadı. Ortada belirsiz fotoğraflar, video kayıtları ve tanıkların açıklamalarından başka bir şey yoktu. Görünen o ki, Büyük Ayak da, İskoçya’nın varlığı bir türlü kanıtlanamayan ünlü Loch Ness canavarı gibi gizemler dünyasındaki yerini koruyacak.







Hayvanlarin hastalandiklarinda ne yaptiklarini bilim adamlari merak etmisler ve yapilan arastirmalar neticesinde hayvanlarin kendilerine has tedavi metodlari oldugunu tesbit etmislerdir.


Aslanlar yaralandiklarinda en yakin su kaynagina giderek agizlarina bir miktar su ve toprak alip cignerler. Sonra yere tukurur ve yerde bir miktar yogurduktan sonra olusan camuru yaralarina surerler. Camur, yaradaki zehirli maddeleri emmenin yaninda, yaranin tedavisine faydali olan maddeleri de yaraya dogru ceker.


Genellikle memeli hayvanlar yaralarini yalarlar. Bu sayede hem yara temizlenir, hem de boceklerin yaradan uzak durmasi saglanir. Hatta yarali bir kaplan yarasina ulasamadigi zaman tukurugunu on pencelerinden biriyle yarasina surer. Daha cok Avustralya’da yasayan ve renklerinden dolayi gokkusagi papaganlari adi verilen papaganlar ise yaralarina ulasamadiklari zaman eslerinin yardimiyla tukurugunu yaralarina surerek yaralarin iyilesmesini saglarlar.


Yarali geyikler ve karacalar ise yosunlu topraklara uzanirlar. Bunu da yumusak oldugu icin degil, yosunlu topraklarda yaralari iyilestiren bir tur antibiyotik oldugu icin yaparlar.


Bal seven bir hayvan olarak taninan ayi ise ayagini ari kovanina sokar ve balin iyilestirici ozelliginden faydalanir. Arilar ise vucutlarinin urettigi bir antibiyotigi, ballariyla karistirip sifa bulurlar. Kunduzlar, vucutlarinda salgilanan bir tur jole ile iyilesirler.


Hayvanlar arasinda dis pansumanin yaninda dâhili rahatsizliklarini tedavi edenlere de rastlanir. Mesela kediler ve kopekler, hasta olduklarinda kusabilmek icin cim yerler. Kurtlarin ise ayni durumda tutam tutam isirgan otu yedikleri tesbit edilmistir. Kurtlar ayrica yilan sokmalarina karsi “Calla palutris” adli bir bitkiyi yerler. Halk arasinda yilan otu olarak bilinen bu bitkinin ozellikle kokleri yilan sokmalarina karsi eskiden beri kullanilmaktadir.


Sadece sevk-i Ilahi ile hareket eden hayvanlarin kendi kendilerini tedavi etmelerine misaller saymakla bitmez. En son misalimizi de yine ayilardan verelim; ayilar “Ligusticum porteri” isimli bir bitkiye (agaca) surtunerek kendilerini tedavi ederler. Bu bitkinin bas agrisi, romatizma, soguk alginligi gibi rahatsizliklara karsi tesirli oldugu bulunmustur.



İnsan bedeni, temel olarak kendini yenileyen ve onaran bir yapıdır; her üç günde bir deri elbisemiz yenilenir çünkü hücreler sabit olarak bölünür ve çoğalırlar ama bunun da bir sınırı vardır. Derinin büyük kayba uğradığı hallerde yetişemezler. Birçok hücre yaşlanır, DNA bunu engelleyemez veya DNA yenilenmez, zincir genetik olarak proteinlerin hasar görmesi için serbest bırakılmıştır. Berkley Üniversitesi’nden molekül bioloğu Judith Campisi, deri ve bağışıklık sistemindeki yaşlı hücre kümelerinin, 70 yaşlarındayken 30 yaşlarındakilere göre üst düzeylerde olduğunu tanımlandı. Bu iki sistemdeki yüksek oranda hücre bölünmesi öncelikle görünür yaş demekti. Öyleyse yaşlanma oluşumu için kayıp ve hasar daha çok hücre gruplarının sorumluluğundaydı. Bitkinlik, bedenin yıpranmasının doğal sonucudur, kromozomlar DNA’nın ayakkabı bağı benzeri yapısıyla ilişkilidir, DNA başlıklarına ise “Telomer” denir, bunlar DNA zincirinin veya bağının dağılmasını engellerler ve kromozomlar her bölündüklerinde yeni DNA zincirini oluşturmak için hazırdırlar ama telomerler bunu kısa tutarlar veya uzun sürmesine engel olurlar. Sonuç olarak, telomerler yeni DNA’nın oluşması için gereken sürenin kromozomlar tarafından kullanılmasına izin vermezler.

Hücrelerin içini bir reaktöre benzetebiliriz, hücre sürekli yakıt üretir. Yaşlı insanlardan alınan hücrelerin araştırılması, bu yakıtın daha döllenmeden hemen sonra bir fetüs halindeyken tüketilmeye başlandığı göstermiştir. Kuramsal olarak, hücrelerin bu kadar hızlı ve çok çalışmasını engellemek ve yakıt tüketimini azaltmak mümkündür ama bu henüz kuram aşamasındadır. Çünkü hücrelerin insan olduktan sonra neden böyle çalıştıklarının cevabı henüz yoktur. Beden, enerjisinin büyük kısmını, yemekten sonra hazmederken kullanır, bir çok insanın metabolizması yavaştır, bazıları ise diet yaparak bu enerjinin kullanımını azaltmaya gayret ederler. Biologlar, laboratuar farelerinin yiyeceklerini ikiye bölüp azaltarak, yaşamlarını % 40 oranda uzatmayı başardılar. Los Angeles California Üniversitesi’nden biolog Roy Walford, günlük ihtiyacı olan 3000 kaloriyi, 1800’e indirerek, 120. yaşını kutlamayı umut ediyor. Walford’a göre yiyeceklerin azaltılması ve daha önemlisi doğru alınması, sağlıklı hücrelerin zarar verici ve yıkıcı protein gruplarından korunması yolunda ciddi bir adımdır. Özellikle de, E vitamini gibi antioxsidant vitaminlerin üst düzeyleri çok yararlı olmaktadır.

Ölümsüzlük yasal mı?

Biolojik araştırmaların umulmadık sonuçları yaşlanma oluşumunda yeni buluşları ortaya koyuyor ama normal olarak bunlar kısaltılmış olarak ancak özel tıbbi veya bilimsel yayınlarda yer alıyorlar ve toplum bunlardan haberdar olamıyor. Bunun için bir kuruluş oluşturuldu; “Yaşamı Uzatma Vakfı” kar amacı gütmeyen bir örgüt ve işi sağlıklı uzun ömür araştırmalarını duyurmak ve desteklemek; son haberler iletiliyor, yeni teknikler tanıtılıyor ve yeni ürünler duyuruluyor. Kuruluşun amacı, üyelerinin uzun yaşamaları için yardımcı olmak ve gelecekte gerekecek fonları yaratmak; ana hedef ise fiziksel ölümsüzlük. Slogan olarak da “Biz çabuk yaşlanmıyoruz, çabuk ölmüyoruz” diyorlar. 16 yıl evvel Hollywood’da Saul Kent ve William Faloon tarafından kurulan “Yaşamı Uzatma Vakfı”nın başı yasalarla dertte. Öncelikle önerdikleri özel beslenme metodları ve ilaçlara karşı çıkmaları yüzünden, FDA “ABD Beslenme ve İlaç Dairesi” tarafından sıkıştırılıyorlar. Ticari sistemin dışında olmaları bir diğer handikap. En büyük savaş ise, son yılların ünlü gençlik ilacı olan Melatonin için yaşandı ve yaşanıyor. Melatonin bir hormon ve bedeni yeniliyor. “Yaşamı Uzatma Vakfı”, Melatonin’nin ticari amaçlı tıp kuruluşları ve doktorlar tarafından kontrol edilmesine karşı çıkıyor, benzeri diğer alternatif sağlık kuruluşları tarafından da desteklenen bu mücadelenin amacı ise, Melatonin ürünlerinin serbest ve ucuz satılması. Uzun süreli hastaların ilacı kullanmaya bütçeleri yetmiyor, buna rağmen dev ilaç tröstleri buna hiç aldırmadan kısıtlamayı sürdürüyorlar ve savaş sürüyor.

Onlar ölümü reddediyorlar ?

Öte yandan, ölümsüzlüğün şu anda varolduğunu da söyleyebiliriz. Uluslararası Ebedi Toplum Organizasyonu adlı kuruluş üç kişiyi ölümsüz olarak ilan etti; Charles P. Brown, Berna Deane ve James R. Stroke bir sosyal program oluşturdular; fiziksel ölümsüzlüğün bedenlerimizde gerçekten şifrelendiğini iddia ediyorlar, hücreler buna hazırlar, iş sadece onları bu oluşum için uyandırmakta. Bu üç ilginç insan “Together Forever-Ebediyen Beraber” adlı bir kitap yazarak olayı iyice tırmandırdılar; bakın ne yazmışlar; “Ölümsüzlük hücrelerini hissediyoruz, beden ölüm uykusuna benzeyen derin uyku nedeniyle buna zaten deneyimli. Ölümsüzlük zaten insanın en büyük arzusu ve amacı olarak hücrelerimizde her an titreşmektedir ve bu titreşim enerjisi hücrelerimizle bilincimiz arasında karşılıklıdır; derinlerde bunu anımsıyoruz; sürekli olarak, evet, ölümsüz doğdum, ölmek için doğmadım, demeliyiz; işte hücrenin uyanışı budur...”

Bu üç kişi, kendileri gibi düşünenleri biraraya toplayarak Scottsdale Arizona’da bir komün oluşturdular. Orada ilahi ölümsüzlüğü, fiziksel yenilenmeyi kovalarken, bedenlerini temizlemeye çalışıyorlar. O kadar ilginç düşünceleri var ki, oluşturdukları ölümsüzlük enerjisinin kendilerini kazalardan koruyacağına da inanıyorlar. Bütün bunlar bir yana ama bu olaya bilim dünyasının olumlu baktığı tek birşey var; o da bilinçaltının ölümü ve öleceğini önceden kabullenmiş olması, ama bu bir kuram, henüz bilinmeyen bir yöntemle bilinçaltı ölümü reddederse acaba neler olacaktır? Örnek ise, ölümcül hastaların çok azında görülen ölüme direnme gücü ve sonunda hastalığı yenmeleri; onlar ölümü reddediyorlar ve Azrail eli boş yerine dönüyor; İşte, gizem burada ama nasıl?

İnsanın ötesi...

Felsefi olarak İnsanlık mental, fiziksel ve sosyal olarak üst düzeylere ulaşma uğraşı içinde. Ölümsüzlükçüler, şu an içinde bulunduğumuz evrim düzeyinin çok uzadığı düşüncesindeler. Buna inananlar içinde bilindiği gibi, bedenlerini iddialara göre hemen ölmeden evvel ve genel olarak da ölür ölmez likit nitrojen içinde donduranlar bulunuyor. Bir kısmı ise, ölümsüzlüğün insanların bilinçlenmesiyle oluşacağını düşünüyorlar. Tıp ve psikoloji, insanın kişiliğinin nereden kaynaklandığını söyleyemiyor ama biyoloji şunu belirleyebilir; dünyasal insan düşüncesinden ve mental oluşumdan, beyinde çalışan elektriksel sinyaller sorumluysa ve eğer insan kişiliği veya ruh, beyinde bir etki doğuruyorsa yani söz konusu elektriksel sinyallere neden oluyorsa ve benzer bir etkiyi yapay bir beyinde yaratamıyorsak, öyleyse herşey kimyasal değildir ve ayrı, farklı birşey biryerlerde vardır. Bilgisayarları aklınıza getirin; bilgisayarın “hardware” denen teknik yeterliliği yani bedeni vardır, her program “software” ise bir kişiliktir; bedenin yani bilgisayarın farklı özelliklerini ayrı düzeylerde kullanır, hele bir de bilgisayarın ana belleği çok büyük veya genişse. Ama sorun hızdır, bilgisayar insandan hızlı bir hesabı yapabilir fakat bunu nasıl yapacağını kendi düşünemez. Anlaşılabildiyse, beden=bilgisayar ile program=kişilik/ruh benzerliği olabildiğince ortadadır.

Sonuçta görülüyor ki, insan ölümsüzlüğe, bilinç olarak, bilgelik olarak, istek olarak, hatta tıbbi olarak hazırdır ama yaşam biçimi olarak, tüm alışkanlıklarıyla ve oluşturduğu sistemlerle hazır değildir. Buna daha çok zaman var; belki de gerçekten evrim artık yeni bir aşamaya yani insanötesi insan aşamasına geçmeli...

Ve …

Bir veya birkaç olayla ölüm ötesini kesin olarak tanımlamaya kalkışmak geleceğin araştırmalarına yarar sağlamayacaktır. Belki de bazı kesin olaylar veya kesin bir olay, tarihsel literatürün zengin arşivinde saklıdır, yukarda verilen olaylar buna örnek olabilirler. Ama geçmişteki olaylar ve çalışmalar, günümüzdeki parapsikolojik kişiliğin dışında kalmaktadır. Güncel parapsikolojinin ağırlıklı bilimsel bakış açısı, ölüm ötesi örneklerini veya savlarını kolay kabul etmemekte hatta dışlamaktadır. O zaman da geriye kişisel görüşler kalmaktadır yani ölüm ötesi hakkında özgün düşünceler oluşturabiliriz ama öteye geçemeyiz. Ölüm kendi kapsamı, niteliği ve niceliği yönünden bir son olmamalıdır dendiğinde, özgün bir görüşü ortaya koymuş oluruz. Bu durumda hem uyarıcı, hem de çok güç sorularla karşılaşırız; Kişisel ölüm deneyleri hangi açıdan değerlendirilecektir? Ve en önemlisi öteki dünyanın doğal yapısı nasıldır?

Yanlı da olsa ölüm sonrası merakı ve ilgisi uygar toplum düzeyinde ve kültürel göstergenin peşisıra yükseliyor. Sayısız kitap yayınlanıyor, NDE, mistik görüntüler, melekler ve ilahi yolculuklar, binlerce kitap yıllardır peşpeşe yayınlanıyor. Yaşam sonrası için tek bir yol var, o da bir sürpriz neyse ki bizim sürpizlere dayanma kapasitemiz çok yüksek ama kendimize ne istediğimizi sormamız gerekiyor; duyularım söylüyor ki, bir yer var ve biz oradan geldik ama yine oraya gidecek miyiz? Yani eve?

O yer var ve orası tümüyle öteden beri bizim kaderimiz.

En tatmin edici olabilecek ve kesin geçerliliğe sahip metod, tutarlı olması kaydıyla ölülerle kurulabilecek bir ilişki türüdür ama şu ana kadar bu yöntem başarılamamış veya bulunamamıştır, hatta büyük bır olasılıkla da o gün asla gelmeyecektir. İnsan düşüncesi çok karmaşık ve tutarsızdır işte bu özelliği nedeniyle hiçbir konuda ufku doğrudan görememektedir. Parapsikolojinin en başarılı adımı, ölüm ötesini araştırmayı saygın bir hale getirmesi olmuştur ama hala çok az şey bilinmektedir. Trans medyumluğu, ölüm deneyleri, BDD’ler, ölüm hali vizyonları ve reenkarnasyon olayları hakkında daha öğrenilecek çok şey vardır. Belki bir gün, şok edici etkin bir ışık parlayacak, ölüm ötesi ilişki aydınlanacak ve ölüm şoku o andan sonra cevapsız bir soru olmayacaktır. Fakat açıkça söylemek gerekir ki, zekanın yetileri ne olursa olsun şu anda söylenenler ancak birer spekülasyondur; bazen küstahça, bazen fanatikçe veya iyimserlikle. Ölüm ötesi olayı etkileyicidir ama henüz tanımlanmamıştır.

Ölümsüzlük bizi melek veya vampir mi yapacak?

Ve ölümsüzlük gibi evrensel bir konuda, öncelikle olumlu düşünmeliyiz. Ama dünyasal sorunlarımız vardır ve bunlar bizi korkutabilir; özellikle III. Dünya Ülkeleri’ndeki nüfus yoğunluğu ciddi ve endişe vericidir. Savaşlar sadece kaynakların ele geçirilmesi gibi basit ve ilkel bir neden için yapılmaktadır; doğal afetler ve açlık etkin ve öldürücüdür. Zengin azınlıklar gelişirken, fakir çoğunluk açlıktan ölmektedir; Bu arada, gelişmiş ülkelerde işşizlik dev oranlarda büyürken, emeklilik yaşı, 20-40 yaş arasındaki kuşağın çalışma gücüne katılımını engellemektedir. Emeklilik ödemeleri, 80 yılı aşan uzun bir yaşam ortalamasında devletlere çok pahalıya malolacaktır hatta yıkıma neden olabilir. Ölümsüzler yaşam desteğini nereden alacaklar ve kendi dölleriyle nasıl rekabet edeceklerdir? Ölüm korkusunun kalkması toplumun beklentilerini ve sonuçta düzenini değiştirecektir. Eğer önümüzdeki bin yıl içinde ölümsüz olursak, ya bir melek ya da bir vampir olacağımız kesindir; bugün ektiğimiz tohumlara göre sonucu bekleyip göreceğiz.

Alıntıdır...


Dünya'nın Yaşı
   Dünya'nın yaşı doğrudan doğruya kayaçların yaşıyla ölçülemez. Çünkü bilinen en yaşlı kayaçların bile bugün artık yeryüzünde var olmayan daha yaşlı kayaçlardan oluştuğunu biliyoruz. Bugüne kadar saptanabilen en yaşlı kayaçlar Grönland'ın batısında bulunmuştur ve 4,1 milyar yaşındadır. Demek oluyor ki Dünya'nın yaşı bundan daha fazladır.
Bugün Dünya'nın yaşını hesaplamak için elde edilen en iyi yöntem radyoaktif elementlerin yarılanmaları sonucu başka elementlere dönüşümleridir. Örneğin radyoaktif uranyum elementinin uranyum-238 ve uranyum-235 gibi iki ayrı tipte atomu (izotop) vardır. Bu atomların ikisi de çok yavaş bir süreçle kurşun atomlarına dönüşür. Öbür uranyum izotopundan biraz daha ağır olan uranyum-238'in dönüşümüyle daha hafif bir kurşun izotopu olan kurşun-206, uranyum-234'in dönüşümüyle de biraz daha ağır bir izotop olan kurşun-207 atomları oluşur. Uranyum-235'in kurşuna dönüşme hızı uranyum-238'in dönüşme hızından altı kat daha fazladır. Bu nedenler, incelenen bir kayaçtaki kurşun-206 ve kurşun-207 atomlarının oranı kayacın yaşına bağlı olarak değişir. En yaşlı olduğu düşünülen bir kurşun minerali ile bugün okyanuslarda oluşan kurşunun izotop yapısı arasındaki fark, ancak bu iki örneğin oluşumları arasında 4,55 milyar yıllık bir zaman dilimi olmasıyla açıklanabilir. Bu süre de Dünya'nın yaşı olarak kabul edilebilir. En eski kayaçların yaşını hesaplamak için radyoaktif rubidyum elementinin stronsiyuma dönüşme süreci de temel zaman ölçeği olarak alınabilir. Bunun sonucunda dünyamızın tahminen 5.5 milyar yıllık olduğu varsayılmaktadır.

İÇ YAPISI

Dünya'nın dış kabuğu ile bu kabuğun üzerindeki atmosfer(hava) ve hidrosfer (okyanuslar ve denizler)katmanları doğrudan gözlemle incelenebilir. Oysa Dünya'nın iç bölümlerine ulaşarak yapısını doğrudan inceleme olanağı yoktur. Dünya'nın iç yapısına ilişkin bütün bilgiler depremlerin incelenmesinden ve Dünya'nın içinde var olduğu düşünülen maddeler üzerindeki deneylerden elde edilmiştir. Yanardağların varlığına ve yerkabuğunun yüzeyindeki ısı akışı ölçümlerine dayanarak Dünya'nın iç böümlerinin çok sıcak olduğunu biliyoruz. Yerkabuğunun derinliklerine doğru indikçe kayaçların sıcaklığı her kilometrede 30 °C kadar yükselir. Böylece; kabuğun en alt katmanlarının çok daha üstünde yer alan kayaçlar kızıl kor haline dönüşür. Aslında Dünya'nın büyüklüğüne oranla yerkabuğu çok incedir. Eğer Dünya'yı bir futbol topu büyüklüğünde düşünürsek kabuğu da ancak topun üzerine yapıştırılmış bir posta pulu kalınlığındadır. Kabuğun altında kalan kayaçlar ise akkor sıcaklığına kadar ulaşır.
Depremlerin nedeni, yerkabuğundaki bir kırıkla birbirinden ayrılan iki büyük kütlenin (levhanın) birdenbire harekete geçerek üst üste binmesi ya da uzaklaşması sonucunda yerkabuğunun şiddetle ileri geri sarsılmasıdır. Büyük bir depremde bazi titreşimler Dünya'nın öbür yüzündeki dairesel bir alanda "odaklanır". Buna karşılık bazı titreşimler çekirdeği aşıp öbür yana geçmez. Böylece Dünya'nın öbür yüzünde hiçbir titreşimin duyulmadığı halka biçiminde bir "gölge" belirir. Bu gölgenin boyutları ölçülerek çekirdeğin büyüklüğü hesaplanabilir. Ayrıca deprem titreşimlerinin yayılma hızi saptanarak içinden geçtikleri maddelerin yoğunluğu, dolayısıyla bileşimi belirlenebilir. Eritilmiş kayaçlarla yapılan laboratuvar deneyleri bu çalışmalara büyük ölçüde ışık tutar. Dünya'nın yüzeyi, kalınlığı 6 ile 70 km arasında değişen bir "kabuk" katmanıyla örtülüdür. Yerkabuğu denen bu katman daha ağır maddelerden oluşan ve 2.865 km derine inen çok kalın "manto" katmanının üzerine oturur. Mantonun bittiği yerde Dünya'nın merkezine kadar kadar 3.473 km boyunca uzanan "çekirdek" başlar. Jeologlara göre, içteki manto katmanı çok büyük kabarma harektleri sonucunda yerkabuğunu iterek birçok yerde yüzeye cıkmıştır. Ayrıca normal olarak yerkabuğunun yapısında bulunmayan bazı kayaçlar da yanardağı hareketleri nedeniyle Dünya'nın yüzeyine ulaşmıştır. Jeologlar bu verilere dayanarak mantonun üst kesimlerinin "ültrabazik" korkayaçlardan oluştuğunu ileri sürerler. Bir yanda "asit" kayaç olarak nitelenen granitin yer aldığı kayaç sınıflandırmasının öbür ucunda bulunan bu ültrabazik kayaçlar ağır demir ve magnezyum silikatlardan oluşur. Mantonun alt bölümlerinin de aynı yapıda, ama daha ağır ve yoğun olduğu sanılmaktadır. Çekirdeğin yapısındaki maddeler ise hem mantodakilerden daha ağır, hem de hiç değilse çekirdeğin dış bölümünde sıvı haldedir. Buna karşılık çekirdeğin içinin manto ve kabuk gibi katı olduğu sanılıyor. Yerçekirdeğin olağanüstü bir basınç vardır. Bilinen elementlerin çoğu böylesine büyük bir basınç altında çok yoğunlaşmış olarak bulunabilir; ama jeologların genel kanısı, bazı demirli göktaşları (meteoritler) gibi çekirdeğin de metal halindeki nikel ve demirden oluştuğudur..



   Dünya kendi çevresinde (23 saat 56 dakika 4,098903691 saniye) ve güneş çevresinde (365 gün, 6 saat, 48 dakika) hareket eder. Günlük ve yıllık hareketlerine bağlı olarak gece, gündüz, mevsimler, kayaçların oluşması ve diğer canlılık ve biyolojik olaylar gerçekleşir. Mevsimlerin oluşmasında etken ise 23 derecelik eksen eğikliğidir.

Hareketleri

Sürekli olarak hareket eden Dünya'nın iki çeşit hareketi vardır. Bu hareketlerden birisi kendi ekseni etrafında olur ve batıdan doğuya doğrudur. Bu dönmesini 24 saatte tamamlar. Dünya'nın kendi ekseni etrafındaki bu dönmesi ile birlikte olan ikinci hareketi ,güneş etrafındadır. Güneş etrafında Dünya, elips şeklinde çok geniş bir yörünge üzerindeki hareketini de 365 1/4 günde, yani bir yılda tamamlar. Dünya'nın kendi ekseni etrafındaki ve güneş etrafındaki bu iki hareketi, iki önemli olaya sebep verir. Kendi ekseni etrafında dönmesi ile gece ve gündüz, güneşin etrafında dönmesi ile mevsimler meydana gelir. Dünya'nın yüzeyi : Dünya'nın yüzölçümü 509.200.000 kilometrekaredir. Bunun % 70 denizler 360.600.000 kilometrekare, % 30,u karalar ,148.600.000 kilometrekare dir. Kuzey kutup çevresinde karalarla çevrilmiş bir deniz, Güney Kutup çevresinde denizlerle kuşatılmış bir kara parçası vardır.

Popular Posts

Recent Posts

Unordered List

Categories

Text Widget

Blog Archive