30 Ekim 2014 Perşembe

UFOLAR
Ölümden 1 yıl sonra mektubu açıldı. Amerikan ordusunun 60 yıllık sırrı ortaya çıktı. Amerikalı eski bir askeri yetkili, 60 yıl önce ABD'nin New Mexico eyaletindeki Roswell askeri üssü yakınlarına düşen cismin içinde uzaylı cesetleri de bulunan bir UFO olduğunu ve bunların Amerikan ordusu tarafından gizlendiğini ölüm döşeğinde itiraf etti.


O dönemde üssün halkla ilişkiler subayı olan ve geçen yıl ölen Teğmen Walter Haut, ölümünden sonra açılmak üzere yazdığı mektupta, ABD ordusunun birçok teknolojiyi bu "kazada" ele geçen dünya dışı uzay mekiğinden aldığını iddia etti.

O zamanlar UFO iddialarını yalanlayan Haut, mektubunda üs komutanı Albay William Blanchard'ın kendisini 84. no'lu hangara götürdüğünü, 5 metre uzunluğunda, 2 metre genişliğinde, yumurta şeklindeki metalik uzay mekiği ile 120 cm boyunda, büyük kafalı iki uzaylı cesedini gösterdiğini yazdı. Haut, yufka kadar ince olmasına rağmen demirden daha sert duran malzemenin dünya dışından geldiğine emin olduklarını söyledi. Haut, mekikten elde edilen üstün teknoloji sayesinde gece görüş gözlükleri, lazer, entegre çhip, casus uçak, Kevlar tipi kurşun geçirmez malzeme gibi ürünlerin geliştirildiğini iddia etti. Roswell UFO'suyla ilgili iddialar şimdiye kadar hep reddedilmişti.

Alıntı:http://gizliilimler.tr.gg/
Medusa
Medusa, Yunan mitolojisinde gözlerine bakanı taşa çevirdiğine inanılan yılan saçlı, keskin dişli, dişi canavar.


Medusa, hayata çok güzel bir kız olarak başladığında; Athena, onu çok kıskanmıştı. ,'un Medusa'nın güzelliğinden başı öylesine dönmüştü ki, ona Athena'nın tapınaklarından birinde sahip oldu. Bu, Athena için son derece aşağılayıcı bir davranıştı, o da Medusa'yı bir Gorgon yaparak cezalandırdı. Medusa, bir insan olarak doğduğu için ölümlüydü.

Bu cezayla yetinmeyen Athena, daha sonra, Perseus'a onu yakalayıp öldürmesi için yardım etti. Perseus, Medusa'nın başını kestiğinde, Poseidon'dan olan çocukları Pegasus ve Chrysaor dışarı fırladı. Kan damlaları Libya çöllerinde birer yılana dönüştüler. Daha sonraları bu yılanlardan biri Mopsus'u öldürmüştür.
EFSANEVİ YARATIKLAR

Perseus Medusa'nın kestiği kafasını alıp gittikten sonra, Athena olay yerine geldi. Medusa'dan geriye ne kaldıysa inceledi. Derisini yüzüp Aegis'in markası yaptı. İki damla kanını da Kral Erichthonius'a biri hastalıklara deva, diğeri öldürücü bir zehir olarak hediye etti.

28 Ekim 2014 Salı


Bir doktor diyor ki:
Midenin ayakta ve oturur vaziyetteki pozisyonu farklıdır. Ayakta içilen su, doğrudan doğruya onikiparmak bağırsağına geçer.



Midenin küçük eğriliğine uyan kısmında, mide caddesi denen bir oluk bulunur. Sıvı gıdalar bu yolu takip ederek zaten devamlı küçük bir açıklığı olan mide çıkışını geçerek, onikiparmak bağırsağına geçer.

 Sıvılar oturarak içilirse bunlar önce midede birikir, asitle karışarak mikropları ölür ve sonra onikiparmak bağırsağına geçer. Böyle oturarak su içen, birçok insan hastalıklarından korunmuş olur. Suyu veya meşrubatı ayakta içen, bu tehlikeye daha fazla maruz kalır.

 (Dr. Hamit İspirlioğlu)


Ebu Hureyre (Radiyallahu Anh) şöyle dedi:
“Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):
‘Sizden hiç kimse, sakın ayakta dikilerek su içmesin...’ buyurdu.”


Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ayakta su içen bir adam gördü de o adama:
‘Kus’ buyurdu.
Adam:
−Niçin? dedi.
Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):
−‘Kedinin seninle beraber içmesini sever misin?’ buyurdu.
Adam:
−Hayır dedi.
Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):
−‘Kuşkusuz ondan daha şerli olan şeytan seninle beraber içti’ buyurdu.”


Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu:
“Ayakta dikilerek su içen kimse, karnındakinin ne olduğunu bilseydi elbette onu kusardı.”

Sonuç
1) Ayakta su içmek yasak edilmiştir.
2) Ayakta su içmenin nehyi zecir ifadesiyle teyit edilmiştir.
3) Şeytanın ayakta içenle beraber içtiği beyan edilmiştir.
4) Ayakta su içen kimseye onu kusması emredilmiştir.

27 Ekim 2014 Pazartesi

Ukrayna'da ortaya cıkarılan 6000 yıllık pagan tapınağı



Yeni keşfedilen muazzam iki katlı pagan tapınağında kırmızı duvarlar,kurban sunakları ve yanmış kuzu kemikleri bulundu.

Ukrayna'da günümüz Nebelivka'ya yakın bir yerinde açığa çıkarılmıştır.İki katlı tapınak kırmızı boyalı odalara ayrılmış ve odalar'da insan figürleri,çanak çömlek parçaları,saç süsleri bulundu.Ayrıca tapınaktaki birikmiş kil temizlendikten sonra kuzuların yanmış kemikleri sunaklar üzerinde bulundu.

Tapınağın geniş bir avlu ile ahşap ve kilden yapılmış iki katlı bir bina olduğu ölçüleri ise(20 metre'ye 60 metre) olduğu tespit edildi.


Fantom (phantom), halk deyişiyle “hayalet” olarak bilinen bazı fenomenlere metapsişik alanda verilen addır.


Ruhçu görüşe göre, fantomlar ruhsal bir faaliyet sonucunda oluşmakla birlikte, ne ruhtur ne de ruhun perisprisidir. Fantom fenomenleri Spiritüalizm’de esas olarak 3 grupta ele alınır.

1-Fiziksel medyumluk deneylerinde oluşan ektoplazmik fantomlar: Neo-spiritüalist görüşe göre, bunlar, materyalizasyon ve demateryalizasyon tekniklerini kullanan medyumun, ektoplazmasını kendi perisprisiyle biçimlendirerek oluşturduğu fantomlardır. Bunların oluşumu için bedensiz bir varlık ile irtibata geçilmiş olması şart değildir. Bedensiz bir varlığın mevcudiyetinin sözkonusu olduğu durumlarda da medyum, bedensiz varlıktan aldığı tesir ve imajları peripri-akışkanlar yoluyla ektoplazmasına yansıtarak fantomu yine kendisi oluşturur.

2-Perisprinin etkisi altında, süptil maddelerin yoğunlaşmasıyla oluşan, duble ve seyyal ikiz adıyla bilinen fantomlar.

3-Tekinsizyer fantomu: Cinayette olduğu gibi, bazı normal-dışı ölüm koşullarında can çekişen kişinin bıraktığı imaj yüklü vibrasyonların o mekana gelen hassas kişilerce paranormal olarak algılanması sonucunda hassas kişinin fantom algılaması.

DIYALIZ MAKINASI: 1985’ TE Willem J. Kolff, diyaliz makinesini icat etti. Böbrek hastaları için en büyük icat kuşkusuz diyaliz makinesidir. Bugün bu makine sayesinde böbrek yetmezliği çeken pek çok hasta, hastalıklarının seyrini yavaşlatıyor ve böbrek nakli sıralarını beklerken rahat nefes alabiliyorlar.



PENILISIN : 1928’ de Alexander Fleming, penilisini geliştirdi. Penisilini geliştirmeden önce Fleming, “lizozim” adı verilen mikrop öldüren bir maddeye ulaşmıştı. Bu sayede bakterileri öldürebilen bir maddenin varlığı fikri ilk kez doğmuş oldu. Fleming, penisilini bulduğu zaman onun, etrafındaki bakterileri öldürdüğünü tesadüf eseri görmüştü ve bunu tıpta kullanabileceğini düşünmüştü.

ALZHEIMER HASTALIGI : Demans’ ın (bunama) en sık nedeni olan ve bellek bozukluğu ile karakterize Alzheimer Hastalığı ilk olarak 1906 yılında Alman nöropsikiyatrist Alois Alzheimer tarafından tanımlanmıştır.

KORTIZON: 1935’ te Percy Lavon Julian, kortizonu geliştirdi. Soya filizlerinden sentetik yoldan elde edilen kortizon, artrit ve diğer inflamatuar tedavisinde büyük bir gelişme olarak kabul edildi.

X-ISINLARI : 1895’ te Wilhelm Röntgen, X ışınlarının varlığını saptadı. Röntgen bir gün, anot ve katot üzerinde çalışmalar yaptığı sırada iki farklı yüklü ucun arsında bir etkileşim olduğunu fark eder. Böylece X ışınları bulunur. Bugün X ışınları başta tıp ve başka pek çok alanda insanlığın hizmetinde kullanılmaktadır.

INSULIN : 1922’ de Sir Frederick Banting, J.J.R. Mac Leod, Charles Best ve J.B. Collip insülini geliştirdi. Şeker hastalarının hayatını kolaylaştıran keşiflerin başında insülin gelmektedir. Pankreasın salgıladığı bir hormon olan insülinin şeker hastalarında yetersiz düzeyde bulunduğunu fark eden Banting, Mac Leod, Best ve Collip maddeyi izole ederek ilaç haline getirmişlerdir.

KAN SEKERI OLCUM SISTEMI : Kimyacı Helen Free, kan şekeri ölçüm sistemini geliştirdi. Şeker hastalarının kendi kendilerine uygulayabilecekleri ilk test, Free’ nin kandaki glukoz miktarına duyarlı bir enzimi laboratuar ortamında izole etmesi sonucunda bulunmuştur. Hasta, test kiti içinden çıkan iğne ile parmağının ucundan bir damla kan alıyor ve kitin üzerine damlatıyordu. Enzimde oluşan renk değişimi, hastanın şeker düzeyi hakkında sağlıklı bir bilgi vermekteydi

VITAMIN HAPI: 1942’ de Robert R. Williams, vitamin haplarını geliştirdi ve patentini aldı. Williams, bir telefon şirketinde araştırmacı olarak çalışmakta ve boş zamanlarında yetersiz beslenme sorunlarını ortadan kaldırabilmek amacıyla vitaminlerin sentetik olarak üretilmesi üzerinde çalışmaktaydı. İlk olarak Tiamin ve B vitaminlerini elde etmeyi başaran Williams, bir şirket kurarak bunların seri üretimne başladı.

MAGNETIK REZONANS (MR) : İlk olarak 1930’ larda üzerinde çalışılan MR tekniğini, 1970’ te Raymond Damadian adlı bir doktor geliştirerek insanlığın hizmetine sunmuştur. Ameliyata gerek kalmadan insan vücudunun resmini çıkarmaya yarayan MR sistemi, manyetik alan ve radyo dalgaları yardımıyla insan dokusunun farklı kademelerini farklı renklerde göstermekte ve dolayısıyla kanserli dokuları tespit edebilmektedir. X ışınları ve radyasyon kullanılmadığı için MR teknolojisi sağlığa zarar vermemektedir.

HOLOGRAM : 1947’ de Dennis Gabor, ilk hologramik görüntüyü oluşturdu. Macar asıllı bilim adamı Gabor, elektron mikroskobunda üç boyutlu görüntüler üzerinde çalışırken aklına üç boyutlu nesnelerin görüntüsünün elde edilip edilemeyeceği sorusu geldi. İlk görüntü küçük bir kuşa aitti ve görenleri şaşkına çevirmişti. 1960 yılında hologram teknolojisinin tıp alanında kullanılabilmesi için ihtiyaç duyulan lazer keşfedildi.

SIRINGA: 1853’ te Charles Pravaz, şırıngayı icat etti. Kan damarlarına ve kasların içine ilaç enjekte etmekte kullanılan deri altı şırıngası, tıp açısından büyük bir yenilikti. 1987’ de bir başka doktor Jean-Louis Brunet, kan örneği alınırken enjektöre takılan bir başka aletin patentini aldı. Alet, şırınga hastadan çıkarılır çıkarılmaz şırınganın ağzını tıkıyordu. Böylece doktor ve hemşireler mikroplu kanla temas etmemiş oluyorlardı.

BILGISAYAR YAZICISI: 1953 yılında Remington-Rand, geliştirdiği yüksek hızlı bilgisayar yazıcısını “univac” adlı bir bilgisayara bağlayarak kullanmaya başladı. 1976 yılında Remington-Rand’ ın yazıcısı temel alınarak ilk mürekkep püskürtmeli yazıcı geliştirildi. 1988 yılına gelindiğinde ise yazıcılar oldukça yaygınlaşmış ve bilgisayar donanımlarının vazgeçilmez bir parçası halini almıştır.

Bugün kitaplarımın arasında eski bir kitap dikkatimi çekmişti,epeydir açmamıştım sayfalarını ilginç bir bölün dikkatimi cekti ve sizlerle paylaşmak istedim;



Merhum Necip Fazıl Kısakürek in 1954 lü yıllarda çıkardığı Büyük Doğu mecmuasının bir sayısının kapağında, Osmanlı arması işlemeli sanat eseri bir kumaş resmini yayınlayınca, "padişahlık propagandası yapmak " gibi saçma bir gerekçe ile derginin o sayısının toplatıldığını ve kendisinin de suçlanarak mahkemeye sevkedildiğini ve mahkeme zamanı gelince salon'da
Necip Fazıl'ın  kendisini suçlayan savcıya gayet ibretli bir şekilde
''İçinde adalet işlerine bakılan bu binanın tepesinde aynı Osmanlı arması var Siz de mi padişahlık propagandası yapıyorsunuz?" diye haykırdığını biliyormuydunuz?

23 Ekim 2014 Perşembe

Geçmiş ve günümüzde ilginizi çekecek bazı haberler'i bir araya topladık.Bazıları gerçekten ilginç.


ADAM GERÇEKTEN ÖLDÜ

New York'ta 5'inci caddede bir adama araç hafifçe çarptı. Adama bir şey olmamıştı.. Şoförle konuştu ve kalkacakken olayı gören biri yanına gelerek kalkmazsa sigortadan para alabileceğini söyleyince yeniden aracın önüne yattı. Araç sürücüsü ise adamın gittiğini düşünerek gaza bastı ve adam öldü...




1902 YILINDA İLK DEFA JİLET GÖRÜRSEN

Gillette (Jilet) şirketi 1902 yılında güvenli jilet satmaya başladığında yüzlerce erkek satın aldı.Sonra da bu jiletlerin sakallarını kesmediğini söyleyerek onları çöpe attılar. Gillette yetkilileri mutsuz müşterilerin tıraş olmadan önce jiletin sarıldığı kağıdı çıkarmadıklarını fark ettiler.

Dünyada en çok söylenen şarkı hangisidir?

Amerika’da Mildred Hill ve Patty Hill isimli iki kız kardeş tarafından 1893 yılında anaokulu çocukları için yazılan bir kitapta yer alan bu şarkının orjinal adı; “Good Morning to All” yani herkese günaydın şeklindedir. Daha sonra çok tutulan bu şarkının sözleri “mutlu yıllar sana” olarak değiştirilmiştir ve doğum günlerinde söylenmesi bir adet haline gelmiştir. Daha Summy Birchard tarafından bu şarkının ticari değeri olduğu anlaşılmıştır ve telif hakkı kurumuna başvuruda bulunulmuştur.

FERRARİSİNE LPG TAKTIRMAK İSTERSE

Belçika'da yaşayan Türk işadamı Uğur C. Ferrari'sine LPG taktırmak isteyince 145 bin Euro'luk otomobili şirket tarafından elinden alındı.

BİRA İÇİP SARHOŞ OLAN FİL

Hindistan'ın Assam eyaletinde pirinç birası içip sarhoş olan 12 fil 3 kişiyi ezerek öldürdü 2 kişiyi de yaraladı. Resmi rakamlara göre Assam eyaletinde son 5 yılda filler en az 150 kişiyi ezerek öldürdü.

Az bilinen Google gerçekleri

Bu yazı 06.12.2011 Tarihinde (http://www.forumgercek.com/internet-network/80332-10-eglenceli-google-gercegi.html) Forum sitesi tarafından yayınlanmıştır,ve oradan alınmıştır.

1. İlk Google Doodle'ı
Google'ın önemli olay ve yıldönümlerinde ortaya çıkardığı özel Google logoları oldukça iyi biliniyor ve seviliyor da. Peki ilk Google Doodle'ının bir tür "ofiste değilim" mesajı olmak üzere tasarlandığını biliyor muydunuz?

Şirketin kurucuları Sergey Brin ve Larry Page, 1998'de bir haftasonu Neveda'daki Burning Man festivaline katılacaklardı. Yukarıda gördüğünüz Burning Man doodle'ı, çalışanlarının ofiste olmadıklarını bilmeleri için ilk kez Google kurucuları tarafından tasarlandı.

2. Google'dan ilginç rakamlar
Google'ın 2004'de halka arz edildiğinde ortaya çıkan ilk rakamlar, oldukça ilginçti. Google'ın hisselerinin açılış fiyatı, hisse başına 85 dolardı. Bugünkü değeri ise 483 dolar. Yani "GOOG", birçokları için iyi bir yatırımdı.

3. İlk Google depolama alanı legodan yapılmıştı
Stanfort Üniversitesi, 1996'da yapılan orijinal Google depolama aygıtını ortaya çıkardı. 40GB kapasiteye sahip depo, LEGO'lardan meydana geliyor.

Lego'ların kullanılma sebebi ise, Google'ın sabit diskler için kolaylıkla genişletilebilen bir alan arayışı.

4. Google'ın ilk Tweet'i
Google'ın Şubat 2009'da yayınladığı ilk Twitter gönderisi, ""I'm 01100110 01100101 01100101 01101100 01101001 01101110 01100111 00100000 01101100 01110101 01100011 01101011 01111001 00001010." idi. Bu ise ikili sayı sisteminde "I'm feeling lucky." ("Kendimi şanslı hissediyorum") anlamına geliyordu.

5. Google keçi kiraladı
Google'ın keçi kiralaması, şirketin 1 Nisan şakalarından bir tanesi değildi ve gerçekti. Nedeni ise Google merkezindeki otları azaltmaya yardımcı olmaktı.

6. Google'ın dile etkisi
Oxford İngilizce Sözlüğü ve Merriam-Webster, "google"ı bir fiil olarak sözlüklerine 2006 yılında eklediler. Google ise bundan pek memnun olmadı ve şu açıklamayı yaptı:

"Şunu açıkça belirtmeliyiz ki, 'Google'ı sadece Google Inc. ve hizmetlerinden bahsederken kullanmanızı rica ediyoruz."

7. Köpek dostu Google
Google, üst düzey çalışanlarının iş yerine köpekleriyle gelmesine izin veriyor. Ancak kedilere kampüsde pek de sıcak bakılmıyor.

8. Google'ın ilk "Şirket çerezi
"Swedish Fish" olarak bilinen şekerlemeler, 1999'da Google ofisi için sipariş verilen ilk atıştırmalığıydı.

9. Google logosu 2001'e dek ortada değildi
İlk kullanıcıların hatırlayabileceği gibi Google logosu, 31 Mart 2001 tarihine dek sol tarafa daha yakındı.

10. Google'ın bir şirket dinazoru var
Google merkezinde görülmeye değer şeylerden bir tanesi de dev "Stan" adındaki T-Rex iskeleti. Bu gerçek iskelet, Mountain View'da Google'a yakın bir yerde bulunmuş.

İMKANSIZ FOSİLLER

Jeolojik ya da tarihi açılardan açıklanamayan bir çok fosil bulunuyor. Örneğin, insanın henüz yeryüzünde olmadığı 110 milyon yıl yaşında bir insan parmak izi fosili bunlardan biri. Ayrıca ABD'nin Utah eyaletinde bulunan, 300-600 milyon yıl yaşında, sandalet giyen bir insana ait olan ayak izinin nasıl açıklanabileceği bilinmiyor ve bu imkansız fosiller tüm sırrını koruyor.

İLGİNÇ

Mavi balinaların kalbi o kadar büyüktür ki bir insan atardamarları içerisinde rahatlıkla yüzebilir.

KOSTA RİKA'DAKİ DEVASA TAŞ TOPLAR

1930'larda Kosta Rika ormanlarının derinliklerinde tesadüfen bulunan düzinelerce dev taş top bütün gizemiyle günümüzde kadar korunmuş. 2.5 metre yüksekliğinde ve 16 ton ağırlığındaki taş toplardan her biri mükemmel bir şekilde yuvarlatılmış.  Taş topların doğal yollardan değil insan eliyle şekillendiğinin bilinmesine rağmen, kim tarafından, hangi amaçla yapıldığı ve taşlara nasıl bu kadar düzgünce şekil verildiği bilinmiyor.


Mezardan 'imdat' sesi geldi!

Yunanistan'ın Selanik kentinde 49 yaşındaki kanser hastası K.G.'nin canlı olarak gömüldüğü iddiası olay yarattı.Mezarlık çalışanlarının ifadesine başvuran polis, yakınlarının mezarını ziyarete gelen 2 kişinin, K.G.'nin mezarından sesler duyduğu iddiasını araştırıyor. Yakıldıktan sonra gömülen K.G'nin tabutundan 'imdat' sesleri geldiğini iddia eden görgü tanıklarının ifadesi sonrasında mezarlık görevlisi toprağı kazarak tabutu açtı. Tabut açıldığında K.G'nin tabutun içinde gömüldüğü gibi durmadığı ortaya çıktı. Selanik Peraia mezarlığında toprağa verilen talihsiz kadının cesedi ailesinin isteği üzerine tekrar hastaneye götürüldü. Hastanede K.G'nin ölümünün kesinleştiği doktorlar tarafından kardiyagrafi çekilerek teşhis edildi. Bunun üzerine imdat sesleri duyduğunu iddia eden mezarlık görevlisi ve 2 kişi polis tarafından sorguya alındı.

GÜLMEKTEN ÖLDÜ

1975'de İngiliz bir çift televizyonda en sevdikleri programı izlerken erkek yarım saat süren bir gülme krizi sonucu kalp krizi geçirerek öldü. Eşi cenazeden sonra programın yapımcılarına bir mektup yazarak kocasını hayatının son dakikalarında bu kadar mutlu ettikleri için teşekkür etti.

ŞAKA KAKA OLDU

Bayan Carson Amerika'nin New York kentinde yaşıyordu.. Bir gün eğlenmek için cenaze isleri yapan bir şirketle anlaşti. Şirket eve telefon etti ve bayan Carson'un kalp krizi geçirip öldüğünü söyledi . Aile hemen koştu. Bu sırada tabutun içinde yatan bayan Carson birden doğruluverdi. Ama kızı o anda kalp krizi geçirip öldü...

ÖLÜNCEYE KADAR NEFESİNİ TUTTU

1983'de mağazada hırsızlık yaparken yakalanan San Diegolu bir kadın polislere eğer onu bırakmazlarsa morarana kadar nefesini tutacağını söyledi. Polisler kadını bırakmadılar o da gerçekten ölünceye kadar nefesini tuttu.

SAÇLARINA ŞEKİL VERMEK YASAK

Çinli genç futbolcuların Real Madridli David Beckham ve Roberto Carlos'a özenerek saçlarını uzatmaları ve 'tuhaf şekiller' vermeleri Çin Futbol Federasyonu tarafından yasaklandı.

22 Ekim 2014 Çarşamba

AYAKLARIMIZDAKİ ORGAN HARİTASI





Ayak tabanında bedendeki organlara bağlı tüm sinirlerin burada sonlandığı gerçekten doğrudur.
Bu noktalara her baskı yaptığımızda organlarımız harekete geçer ve düzgün çalışır.
Herhangi bir organınızda sorununuz varsa o organınızı gösteren bölgeye masaj yada basınç uygularsanız o organı harekete geçirip iyileştirebilirsiniz..
Yinede en iyi çözüm yürümeye ve koşmaya devam etmektir.

20 Ekim 2014 Pazartesi


Televizyon antenleri ya da baz istasyonlarının yakınında yaşamak, mikrodalga fırın veya cep telefonu kullanmak sağlığa gerçekten zararlı mı? Bilim hayır dese de...



Telefon, yaşamı uzatıyor mu, kısaltıyor mu? Bu altın soru, halkla bilim insanlarını tartışmalı ortamlarda karşı karşıya getiriyor. Ancak, cep telefonu sayısının Türk aileleri arasında salgın gibi yayılırcasına artmasını engellemiyor. Kültürel ve siyasi anlamda anlaşılmak üzere, Batı Avrupa'da bu yeni statü simgesini en çok kullananlar Finlandiyalılar. Protestolar, telefon sinyallerini ileten ve sıradan meskenlerin çatılarında bile sık sık görülen baz istasyonları ile aktarıcı televizyon antenleri üzerinde yoğunlaşıyor. Söz konusu donanımın yaydığı yüksek frekanslı elektromanyetik dalgalar, gerçekten de baş ağrısından kan kanserine kadar çeşitlenen hastalıklarla rahatsızlıklara yol açıyor mu?

Dünya Sağlık Örgütü'ne (WHO) göre, şimdilik sağlığa kalıcı bağlamda zarar veren bir hasara ilişkin bir kanıt yok. Gerçi, böyle bir olasılığı tümden göz ardı etmek olanaksız. Düzenli olarak duyurduğu ilanlarla WHO, halka güvence vermeye çalışıyor ve yalnızca kısmen başarıya ulaşıyor; çünkü, korkuları hepten yatıştıracak "hayır"ı diyemiyor. Şimdiye dek yürütülen çalışmaların sonuçlarına dair belirsizlik havası ortadan bir türlü kalkmıyor. Oysa, 2003'te kesin bir şeylerin söylenebileceği bildiriliyor. Nitekim, Lion merkezli Uluslararası Kanser Araştırmaları Merkezi (IARC), büyük bir salgın hastalık araştırması başlatacak. Cep telefonu sahiplerinde, hem başta hem de boyunda, yani elektromanyetizmaya en çok maruz kalan bölgelerde beyin tümörünün gelişme riski hesaplanacak. Çalışmaya, aralarında İtalya'nın da bulunduğu birçok ülke katılacak. İskandinav ülkelerini ilgilendiren bir başka araştırmadaysa, cep telefonu sahiplerinde kan kanseri ve tükürük bezi tümörünün gelişme olasılığı hesaplanacak. İlaçlarla ilgili ileri düzeyde bir araştırma ise, Almanya'da, Aachen'da, elektromanyetik dalgaların çevreye uyumluluğu bağlamında sürdürülüyor.

Bu arada, WHO yetkilileri, büyük harcamalar gerektirmeyen önlemler almanın yararlı olduğunu söylüyorlar: Örneğin, aktarma antenleri ve benzeri tesisler okullardan, hastanelerden uzakta kurulabilir; telefonu kulağa götürmek yerine, Bluetooth teknolojili kablosuz kulaklıklar ya da ucuz kablolu versiyonları takılabilir (yine de telefonun bel hizasında, böbreklere temas etmesini zararlı bulanlar var). Bu bağlamda, Sağlık Yüksek Enstitüsü'nden (İtalya) bir uzman olan Pietro Comba, elektromanyetik kirlilik üstüne yaptığı yakın tarihli araştırmada, cep telefonları, radar, televizyon yayınlarını aktarma antenleri gibi yüksek frekanslar yayan nesneler hakkında yeterli bilgi olmadığını belirtiyor. Bilimsel açıdan kesin verilerin yokluğu huzursuzluğa yol açıyor. Hele yönetmeliklerle düzenlenmemiş donanımların yerleştirilmesiyle birlikte, halk da "elektrokirliliğin" katlanarak artacağı izlenimini edinmişse, işler kötüleşiyor. Huzursuzluğu yerel politik komitelerin etkinlikleri artırıyor. Özellikle, baz istasyonları birinci hedef haline geliyor.

Yapıştırılmış bir otomobili asla kullanmam mı diyorsunuz? Belki şu anda birini kullanıyorsunuzdur bile...
Sümerler, süsleme amacıyla, ahşap ve altını reçine ve karasakızla yapıştırıyorlardı. Gutenberg'in baskı makinesinde basılan İncil'lerin yapıştırılmasında, kazein (ekşi sütten kireç yardımıyla üretilen ve soğuk olarak kullanılan ahşap yapıştırıcısı) ve balık tutkalı kullanılmıştı. Biz, mobilyalarımızın parçalarını tutturmak ve duvarlara dekoratif kâğıtlar yapıştırmak için tutkal ve zamk kullanıyoruz. Yapışkanlardan mitolojide de söz ediliyor. Havada uçmaya çalışan İkaros, özel hazırladığı kanatların yapımında balmumu kullanmıştı. Suya yakın uçtuğu sürece bir sorun yaşamamış, ancak güneş ışınlarının yoğun olduğu yerlere gelince mum erimişti.



Yani, her ne kadar yapıştırma işleminin nasıl gerçekleştiği uzun süre açıklanamasa da, bu, eski bir teknik kültür. Kimyagerler ve fizikçiler bu gizemi çözmek için, çalışmalara ancak 130 yıl önce başladılar. Çünkü, endüstri sürekli daha güçlü ve daha hızlı yapıştırıcılar talep etmeye başlamıştı. Bu nitelikler, özellikle de seri üretilen maddelerin paketlenme işlemi için çok önemli. Bilim adamları, zamanla yapıştırıcıların, kutu etiketi yapıştırmak, ayakkabı ile tabanını birleştirmek ya da banyoya fayans döşemekten daha çok işlevi olduğunu keşfettiler. Yüksek teknolojili kimya laboratuvarlarında üretilen çağdaş yapıştırıcılar, bugün dev Airbus A380 tipi uçağın gövdesini, yeni 7 serisi BMW'lerin karoserlerini, hatta ameliyathanelerde kopmuş damarları birbirine tutturuyor. Ve 1 saniyede, içi tütün ile dolu 300 küçük kâğıt tabakasını yapıştırarak sigaraya dönüştürüyor: Bu, dakikada 54.000 sigara paketi anlamına geliyor.

Yapıştırıcıların görevi, uzmanların "substrat" olarak adlandırdıkları herhangi iki parçayı birleştirmek. Çıplak gözle bakıldığında bu iki parçanın yüzeyleri pürüzsüz gibi durur; ancak, mikroskop altındaki görünümü pürüzlü ve çatlaktır. Cilalanmış yüzeylerde bile, hiç yoksa birkaç yüz nanometrelik (milimetrenin milyonda biri) pürüzlere mutlaka rastlanır. Bu iki yüzey, üst üste getirildiği zaman, sadece birkaç noktada birbirlerine temas ederler, onun dışında iki parçanın arasında boşluklar ve kavisler bulunur. Temas ettikleri noktalara, iki parçanın molekülleri arasındaki doğal çekim kuvveti, yani adhezyon kuvveti etki eder. Bu kuvvet, yazı yazarken tebeşirin tahtaya ya da tozların duvara yapışmasını sağlar. Yapıştırıcılarda da gözlenen bu aynı kuvvet şöyle işliyor: Yapıştırıcı, boşluklar ve kavisler arasına akıyor, buraları dolduruyor ve iki parçanın pürüzlü yüzeyinde birbirine temas etmeyen bölgeleri birbirine bağlıyor. Yapıştırıcı madde ve iki alt yüzeyin molekülleri arasında karşılıklı olarak büyük bir yapıştırma kuvveti doğuyor. Ancak bu etkinin ulaşma mesafesi çok küçük, yaklaşık 0,5 nanometreden daha az. Yüzeyler arasındaki temas alanı büyüdükçe, adhezyon kuvveti de artıyor. Bu nedenle, yüzeylerdeki mikroskobik pürüz, iyi bir yapışmanın temel ön koşulu...


Yapışkan dillerini dışarıya fırlatıyor, süper optik gözlerle çevreyi tarıyor ve derileriyle gerçekleştirdikleri ışıltılı renk oyunlarıyla iletişim kuruyorlar. Bilinmeyen yönleriyle bilim insanlarını bile büyüleyen bukalemunların her geçen gün yeni bir türü ortaya çıkıyor. Ancak, henüz keşfedilen bu türler aynı zamanda yok olmak üzere...

Dengesini yitirmekten ilginç ve enteresan biçim'de korkarcasına attığı adımlardan oluşan o şaşırtıcı ve eğlendirici yürüyüşü, izleyen herkesi büyülüyor. Bukalemun, kertenkeleye çok benzediği için, çok kıvrak hareket etmesi gerektiğini düşünüyoruz. Doğada dolaşırken şans eseri fark edildiğinde, o da ani bir hareketle kaçmak istiyor, ancak sanki kaçmakta kararlı değilmiş gibi, ayak bir ileri bir geri gidip geliyor.



Aynı ritmik hareketle vücut da ileri geri salınıyor. Ayağını yere indiriyor, bu kez sıra diğer ayağa geliyor. İlk bakışta, bu kararsız ve ağır hareketlerin mantığını kavrayamıyor insan. Ancak aslında bu da, kamuflaj ustasının hilelerinden biri: bu davranışıyla, rüzgârın etkisiyle hışırdayan yaprakları taklit ediyor ve uzaktan bakıldığında, doğanın diğer unsurlarından ayırt edilemiyor.
Bukalemunların yeryüzündeki geçmişi, yaklaşık 200 milyon yıl öncesine uzanıyor. Üzerlerinde tarihin kokusunu taşıyan bu canlılar uzun süre dinozorlarla birlikte yaşamışlardı. Eski Yunanlılar onlara, "yer aslanı" anlamına gelen "chamaileon" adını vermişler. Bu yer aslanlarının, olağanüstü etkilere sahip olduklarına inanıyorlardı: Bukalemunun bazı organlarını, yağmur yağdırabilmek ya da sıtmayı tedavi edebilmek amacıyla ayinlerde kullanıyorlardı.

Dünyanın dördüncü büyük adası Madagaskar, kendine özgü güzellikleriyle tam bir doğa laboratuvarını çağrıştırıyor. Bu laboratuvarın en ilgi çeken canlıları da bukalemunlar. Ada, yeryüzünde tanımlanmış 160 bukalemun türünün üçte birinden fazlasını barındırıyor. Bütün ulaşım ve altyapı eksikliklerine rağmen, dünyanın dört bir yanından araştırmacılar ve meraklı insanlar buraya bukalemunları görmeye geliyorlar. Bukalemunları Madagaskar'da gözlemlemenin en uygun zamanı, adada yaz mevsiminin başladığı kasım ayı.

Deniz kızları, belinden yukarısı dişi bir insan görünümünde olan, ama aynı zamanda bir balık kuyruğuna sahip olan efsanevî deniz yaratıklarıdır. Deniz kızının erkeğine deniz erkeği denir.
Dünya üzerinde birçok kültürde deniz kızları farklı, ama birbirine çok yakın şekillerde betimlenmiştir. Sirenler gibi bazı deniz kızları denizcilere şarkılar söyleyip onları büyülerler, işlerinden alıkoyarlar ve güverteden denize yuvarlanmalarına ya da daha kötüsü geminin batmasına neden olurlar. Diğer hikâyelerde ise deniz kızları boğulma tehlikesi geçiren erkekleri kurtaran iyi kalpli deniz canlıları olarak betimlenmişlerdir. Aynı zamanda bu erkekleri su altındaki krallıklarında yaşamaya da davet ederler. Hans Christian Andersen'in Küçük Deniz Kızı'ında ise deniz kızlarından bazılarının erkekleri denizin altına doğru çekerken insanların su altında nefes alamadıklarını unuttukları ya da bilmedikleri söylenir.




Yunan Mitolojisi'ndeki Sirenler ise daha sonraları deniz kızlarıyla bir tutulmuş, hatta bazı dillerde iki yaratık için de aynı sözcük kullanılmıştır. Deniz kızlarına benzeyen diğer mitolojik ve efsanevî deniz yaratıkları ise su perileri (Nemfler gibi) ve başka formlara (Başka hayvanlara ya da diğer efsanevî hayvanlara) bürünebilen hayvanlardır.

Efsaneler

Bu yarı insan yarı balık vücutlu insansıların efsaneleri M.Ö. 5,000 yılına kadar dayanır. Genel bir kanı ise, bu efsanelerin oluşumunda, deniz ineklerinin büyük etkisi olduğudur. Bu teoriyi destekleyecek bir örnek olarak, Christopher Columbus'un yeni dünyaya olan yolculuğu sırasında deniz kızları gördüğünü, ama çok çirkin olduklarını ve daha cazip olmalarını beklediğini söylemesi verilebilir. Deniz inekleri gibi büyük vücutlu deniz memelilerinin kolları, yavrularını bir beşikte gibi taşıyabilmeleri için evrim geçirmiş ve insan kollarına benzemiştir. Denizcilerin bu deniz memelilerini görüp doğa üstü yaratıklar olduklarını düşünmeleri oldukça mümkündür. Geleneksel deniz kızı betimlemelerindeki, akan uzun saçların ise, deniz ineklerinin okyanus yüzeyine yakın yerlerde yüzerlerken kafalarına dolanan yosunların verdiği uzun saçlı görüntüsünden kaynaklandığı düşünülmektedir. Deniz kızı gördüğünü iddia edenlerin verdiği ortak bilgiler de yosun renkleriyle ve deniz ineklerinin özellikleriyle oldukça uygundur. Deniz kızlarını konuşmayan, yeşil, siyah, kahve rengi veya sarı saçlı, balık kuyruklu, genelde okyanuslarda ve bazen de nehirlerde yüzen doğa üstü insansılar olarak tanımlarlar.

Antik Yakın Doğu Deniz kızı hikâyeleri neredeyse evrenseldir. Bilinen ilk deniz kızı hikâyesi M.Ö. 1,000 yılında Asurlularda görülmüştür. Asur kraliçesi Semiramis'in annesi Atargatis, ölümlü bir çobana aşık olan ölümsüz bir tanrıçadır. Fakat aşık olduğu genç çoban ölür ve o da bir balığa dönüşmek için bir göle atlar. Ama su, onun mükemmel vücudunu ve doğasını gizlemez, bunun yerine ona bir balık kuyruğu ve suda nefes alabilme yetisi verir. İlk Atargatis betimlemeleri insan kafası ve bacakları olan bir balık şeklindedir (Babil tanrısı Ea gibi). Yunanlılar ise Atargatis'i Derketo diye tanımışlar ve Afrodit'in yanında betimlemişlerdir.

Antik Çağ'dan kalma bir deniz kızı gravürü, M.Ö. 546'dan önce, Miletli filozof Anaximander, insanlığın hızla suda yaşayan bir tür hayvana dönüştüğü teorisini önermiştir. Ona göre, bu uzatılmış çocukluk yılları olan adam, çocukluğunun aksine uzun süre yaşayamaz. Aslında, bu "uzunluk" gelip geçici bir şeydir. Ama bu fikir, Anaximander'in ölümünden sonra bir daha hatırlanmamıştır. Zaten o yaşarken de bir çok insan tarafından anlaşılmamıştır da.

Popüler bir Yunan efsanesine göre Büyük İskender'in kız kardeşi Thessalonike, öldükten sonra bir deniz kızına dönüşmüştür. Deniz kızı formunda Ege Denizi'nde yaşadığı ve denizciler onu bulduğunda onlara tek bir soru sorduğu söylenir: "Kral İskender yaşıyor mu?" (Yunanca: Ζει ο βασιλιάς Αλέξανδρος;), ve denizcilerin de ona "Yaşıyor ve hâlâ yönetiyor" (Yunanca: Ζει και βασιλεύει) dedikleri anlatılır. Bu cevaptan başkası, onu bir Gorgon'a dönüşmesine, ve gemiyi batırıp üzerindeki denizcileri öldürmesine yol açacaktır.

Suriyeli Lucian (M.Ö. 2. yy) De Dea Syria ("Suriye tanrıçasına ilişkin") adlı, ziyaret ettiği Suriye tapınaklarını yazdığı eserinde şöyle demiştir:

"Aralarında - Şimdi onların arasındaki, tapınağı ilgilindiren geleneksel bir hikâye. Ama diğer adamlar, Asya'da çok ün salmış olan Babilli Semiramis'in de bu yeri kurduğunu, ama bunun Hera Arargatis için olmadığını, kensi annesi Derketo için olduğuna yemin ederler."
"Phoenicia'daki Derketo'nun benzerliğini gördüm. Vücudunun yarısı tam bir kadındı. Ama diğer yarısı, ayaklarından kasıklarına dek, bir balık kuyruğuyla kaplı gibiydi. Ama kutsal şehir Kudüs'teki görüntüsü tam bir kadına benziyordu. Balıkların kutsal olduğunu hesaba katarlar, ve asla yemezler. Ama diğer bütün kümes hayvanlarını yerler. Güvercin hariç. Onun da kutsal olduğuna inanırlar. Tamamı olağan şeyler. İnanıyorlar, çünkü Darketo'nun yarısı balıktan. İnanıyorlar, çünkü Semiramis bir güvercine dönüştü. Aslında, belki de bu tapınağın Semiramis'in işi olduğuna izin verebilirim. Ama asla inanmadığım üzere, tapınak Derketo'ya ait. Mısırlıların arasında, balık yemeyenler var. Ve bunun Derketo'nun onuruna olduğu söylenemez."

Bin Bir Gece Masalları

Bin Bir Gece Masalları "Deniz İnsanları"na ait çok çeşitli öyküler içerir. Efsanelerden farklı olarak, Bin Bir Gece Masalları'nda bu deniz insanları karada yaşarlar, ama suya girdiklerinde de hiçbir zorluk çekmeden nefes alabilirler. Aynı zamanda insanlarla cinsel ilişkiye girdiklerinde doğacak çocukları da kendileri gibi "Deniz insanı" olarak doğacaktır. Deniz insanlarının, insan görünüşünden farkları yoktur. Bu efsane hâlâ yaşamaktadır. (Bkz. Pers Kralı ve Denizin Prensesi.)

İngiliz kaynakları

Frederic Leighton'ın The Fisherman and the Syren (Balıkçı ve Siren) adlı tablosu c. 1856–1858Deniz kızları İngiliz kültüründe uğursuz, felaketlerin haberci yaratıklar olarak gözükmüşlerdir. Bazıları devasa büyüklükte, 160 feetten uzundur.

Ayrıca deniz kızları nehirlerde ve tatlı su göllerinde de yüzebilirlerdi. Bir gün, Lorntie'li Laird, evinin yanındaki gölde, boğulan bir kadın olduğunu düşündüğü bir şey görür ve yardım etmek için suya atlar. Ama uşaklarından biri onu geri getirir ve göldekinin bir deniz kızı olduğu konusunda efendisini uyarır. Bunun üzerine deniz kızı, uşak orada olmasaydı o adamı öldürebileceğinden yakınıp yakarmaya başlar.

Yukarıdaki efsanedekinin aksine, deniz kızları çoğu zaman daha iyilikseverdirler ve insanların yaralarını tedavi ederler.

Bazı söylenceler deniz kızlarının kötü yönde kullanacakları ölümsüz bir ruhları olup olmadığı sorularını arttırmıştır. Liban adlı bir başka yaratık ise kutsal bir deniz kızı olarak kabul görmüştür. Aslında baştan insandır ama sonradan deniz kızına dönüşmüştür. Üç yüz yıl sonra, İrlanda Hristiyanlaşınca, Liban'ın da vaftiz edildiğine inanılmıştır.

İngiliz kaynaklarında, aynı zamanda deniz erkeklerinden de bahsedilmiştir. Deniz erkekleri deniz kızlarından daha vahşi ve çirkindir. Ama az da olsa insanlarla ilgilenirler.

Diğer Karayiplerin Neo-Taíno uluslarından olanlar, deniz kızlarına Aycayía adını vermişlerdir.[9] Aycayíanın özellikleri tanrıça Jagua ile de ilişkilendirilmiştir. Aycayíalar genellikle majagua ağacının amberçiçeği Hibiscus tiliaceus ile betimlenmişlerdir.[10] Diğer kültürlerden örnekler ise,

Mami Wata (Batı ve Orta Afrika kültürlerinde),
Jengu (Kamerun kültüründe),
Merrow (İrlanda ve İskoçya kültürlerinde),
Russalki (Rusya ve Ukrayna kültürlerinde),
ve Oceanid, Nereid, ile Naiad - (Yunan kültüründe)
Tatlı sularda yaşayan deniz kızı benzeri bir yaratık olan ve Avrupa kültürüne yerleşen Melusine, çoğu zaman iki balık kuyruğuyla ya da bazen yılan bedeniyle betimlenir. Japon kültüründe deniz kızı eti yiyenlerin ölümsüz olacağına inanılır. Bazı Avrupa efsanelerine göreyse, deniz kızları kendilerine söylenen dilekleri yerine getirirler.

Aynı zamanda, bazı insanlar İskoçya, Malezya ve İngiliz Kolumbiyası gibi yerlerde ölü deniz kızları gördüklerini iddia etmişlerdir. En yaygın iki görüntü ise Kanada'da, Straight of Georgia'da yakalandığı iddia edilenlerdir.

Yunanistan'da bulunan deniz kızı heykeliGüney Afrika'nın "pelerinli" komüteleri Little Karoo'da deniz kızları bulunduğu söylentisini çıkarmışlardır. Bazı yaşlı pelerinliler ise çocukluklarında tatlı su hauzlarında deniz kızı gördüklerini iddia etmişlerdir. Little Karoo çok kuru bir alanken, çok uzun zamn önce bir okyanusun bir parçası olduğu, bulunan deniz kabuğu fosillerinden anlaşılmaktadır. Deniz kızı hikâyeleri, bilinmeyen bir türün dilden dile yayılmasıyla oluştuğunun düşünülmesine neden olabilir. Bazı yerel Güney Afrika kabileleri üyelerinin, Little Karoo yerleşkesi yakınlarında, deniz kızlarının varlığına dair 11 kanıtlayıcı taş belge gösterdikleri iddia edilir. Diğer açıklamalarda "Swallow" denen ve mağara duvarlarında rastlanan, insan başlı bir kuş resminden yola çıkılarak yapılır. Bu örnek, ruhsal ayinler sırasında ruhun beden dışındaki hâlini temsil etmektedir.

Deniz kızı sendromu

Sirenomelia Sirenomelia, ya da deniz kızı sendromu, bebeğin bacakları yapışık ve cinsel organı da görülemeyecek şekilde dünyaya gelmesi şeklindeki düşük olasılıklı hastalığa verilen isimdir. Hastalığın görülme olasılığı, yapışık ikiz doğması olasılığı kadardır ve genellikle, doğumdan bir ya da iki gün sonra ölümle sonuçlanır. (Çünkü böbrek ve diğer boşaltım organları çalışamamaktadır). Bugün hayatta olan ve bir dizi operasyon geçirdikten sonra iki ayrı bacağa sahip olan iki kişi vardır. Bunlardan biri, Brezilya'da doğan ve yaşaması da adı gibi mucize olan Mílagros (İsp. Mucize) adlı bebektir.[1]

Kaynaklar

http://tr.wikipedia.org/wiki/Deniz_k%C4%B1z%C4%B1


Zombi voodoo’nun Afro-Caribbean ve Creole ruhani inanç sistemlerinde ölümsüz bir insandır. Bu folklorik zombiler doğaüstü güçler ve şamanistik hekimliği vasıtasıyla, yaşayanlar arasında korku yaratmak amacı ile ölü insan bedenlerinin yeniden canlandırılmasıdır. Zombilerin daha korkunç versiyonları yamyamlık öğesi kullanılarak korku sinemasında sıkça sergilenmektedir.
Voodoo inancına göre ölü bir insan ya da mambo tarafından yeniden diriltilebilir. Zombilerin kendi bilinçleri ya da istekleri olmadığı için bokor ya da mambo’nun kontrolü altındadırlar. Zombi aynı zamanda voodoo yılan tanrısı Niger-Congo’nun adıdır. Kongo dilinde kullanılan ve tanrı anlamına gelen ‘’nzambi’'sözcüğüne benzemektedir.



1937 yıılında Haitide’ki gelenek ve adetler üzerinde yapılan bir araştırma sırasında Zora Neale Hurston, 1907 yılında 29 yaşındayken ölmüş ve gömülmüş Felicia Felix-Mentor ile ilgili bir söylentiyle karşılaştı. Köylüler ölümünden 30 yıl sonra Felicia'yı yollarda sersem bir şekilde ve yanında birkaç kişi ile birlikte yürürken gördüklerini söylüyorlardı. Hurtson, bu bahsedilen insanlara çok güçlü ilaçlar verilmiş olduğu söylentilerinin peşine düştüysede daha fazla bilgi vermeye istekli bireyler bulamadı.

“Eğer bilim kabile törenlerindeki figürler yerine Haiti ve Afrika'daki Voodoo'nun altına inerse, bugüne kadar tıp ilmi tarafından bilinmeyen bir takım tıbbi gizemlerin gücüne ulaşacaktır. ” cümleleri ile bir yazısında bu konuya değinmiştir.

15-20 sene önce Kanadalı ethnobotanist Wade Davis zombilerin farmakolojik durumu ile ilgili iki kitap yayınladı; The Serpent and the Rainbow (yılan ve gökkuşağı) (1985) ve Passage of Darkness: The Ethnobiology of the Haitian Zombie (Karanlığın pasajı: Haitili zombilerin ethnobiyolojisi) (1988). Davis 1982 yılında Haiti'ye gitmiş ve orada yaptığı araştırmalar sonucunda, yaşayan bir insanın iki özel tür tozu almasıyla ilginç ve enteresan bir şekil'de zombiye dönüştürülebileceğini iddia etmişti. Birincisi coup de poudre (Fransızca: 'toz çarpması') içersinde bulunan tetrodotoxin (TTX) maddesi nedeniyle ölü benzeri duruma neden olur. Tetrodotoxin Japonların yemek zevkini oluşturan, fugu, ya da kirpi balığı içinde bulunan zehirli toksin ile aynı özelliklere sahiptir. Öldürücü etkisi olan bu maddenin 1 mg'lık dozu insanı günlerce, bilinci açık olmasına rağmen yarı ölü bir durumda bırakabilir. İkinci toz ise (şaşkınlık veren halisilasyon etkisi vardır) insanı bilinçsiz ve kendi istemi dışında hareket eden zombi benzeri bir duruma sokar. Davis aynı zamanda bu deneyimleri yaşamış Clairvius Narcisse'nin hikayesini de popülerleştirmişti. David'in yaptığı çalışmaların gerçekliği ve doğruluğu üzerinde halen şüpheci görüşler bulunmaktadır.
http://gizliilimler.tr.gg/


En önemsiz firavunlardan biri olan Tutankhamon, mezarı bulunduktan sonra Mısır'a damgasını vuran tarihi kişiliklerden çok daha fazla tanındı... Arkeolojinin yeniden doğuşu olarak kabul edilen kazı çalışmaları, beraberinde getirdiği ilginç ve enteresan gizemli ölümler ve görkemli sanat eserleriyle tüm dünyanın ilgisini çekmeyi her dönem başardı. Tutankhamon'u böylesi önemli kılan neydi? Ve mezarı gerçekten lanetli miydi?

Tutankhamon Kimdi
Mezarında inanılmaz bir zenginlik bulunduğu halde Tutankhamon (MÖ: 1361-1352), hâlâ hakkında en az bilgi bulunan firavundur. Tahta çıkma hakkını, ünlü Kral Akhenaton (MÖ.1379-1362) ile Kraliçe Nefertiti'nin kızı Prenses Ankhesenpaaten'le evlenerek elde etmişti. Tutankhamon'un ebeveyninin kimler olduğu konusunda, bazı uzmanlar bu firavunun ,"Akhennaton'un Nefertiti dışında bir kadından olan oğlu" tezini ileri sürüyorlar. Bazı uzmanlara göre de Tutankhamon,Akhenaton'un babası III: Amenofis'in (MÖ.1417-1379) birinci karısı Tiy'den doğmuştu. Kesin olan, Tutankhamon'un III.Amenofis ve Akhenaton'la akraba ve soylu olduğudur. Dokuz yaşında tahta çıkan ve adı 12 yaşına kadar "Tutankhaten" (Güneş Tanrısı Amon'un yaşayan temsilcisi) olan Tutankhamon, krallar arası savaşların en yoğun olduğu dönemde doğmuştu. Kralların fethettikleri toprakların genişlediği ve komşu ülkelerden de altının ülkeye aktığı bu dönemde Mısır,dünyanın en zengin ülkesiydi. Firavun, vaktini daha çok yönetimin bulunduğu Memphis'te geçiriyordu ama Mısır'ın başkenti Teb Şehriydi. Tutankhamon'un tahta çıktığı sırada Mısır'ın bütün tapınakları bakımsızlıktan kırılıyordu.




Yönetimdeki karışıkların önü alınamıyor, Suriye'ye düşmanla çarpışmaya giden ordu sürekli yeniliyordu. Tutankhamon ,"babası" Amon'un Ptah'ın ve diğer tanrıların altın heykellerini yaptırdı. Çözülmüş olan rahiplik kurumlarını düzenledi, tapınakların hazinelerine büyük bağışlar yaptı. Akhenaton, Güneş Tanrısı Aton'a bağlı tek tanrılı bir düzen kurdu ve Mısır'lıları diğer tanrıları bırakmaları için zorladı. Başkenti Teb'den, Akhenaton (şimdiki el-Amarna)'ya taşıdı. Firavun, Akhenaton'un tersine "Eski Rejim"i canlandırdı ve III. Amenofis zamanında bitirilmemiş olan anıtların tamamlanması işine girişti. Bu işlerin arasında Luxor tapınağı da vardır. Bugün, Tutankhamon'un tahtta kaldığı dokuz yıl boyunca askerî bir harekata katılmadığı düşünülüyor. Sadece keşif için General Horemhem komutasında Filistin'e ve Lübnan'a asker gönderdiği sanılıyor.

Tutankhamon, 19 yaşındayken aniden öldüğü için geride vasiyet bırakmamıştır. Kafatasında, sol kulağın arkasında tahribat bulunduğu için, ölümünün bir kaza sonrasında olduğu sanılıyor. Ancak, şu anki Mısır bilimcilerin ürettiği senaryolara göre Tutankhamon'un generali Horemheb, iktidarı ele geçirmek için Tutankhamon'un kafasının arkasına sert bir cisim ile vurmuş ve ölümüne neden olmuştu.
Mezarının yanında bulunan iki küçük tabuttaki ölü doğmuş bebeklerin , Tutankhamon'la çok sevdiği eşi Ankesenamun'un çocukları olduğu sanılıyor. Bunun yanı sıra hayvan mumyaları da bulunmuştur. Tutankhamon'un mezarında bulunan lambada ise, günışığı ile görülmeyen; ancak zifîrî karanlıkta ikisinin burun buruna figürleri bulunmaktadır. Tutankhamon'un ölümünden sonra, tahta çıkan General Horemheb,Tutankhamon'un tapınaklarını kendisine aldığı gibi, onun adını da unutturmak istemiş; ama bilinmeyen bir nedenle Tutankhamon'un lahdine dokunmamıştı.

Kanaatimce, kendisinin işlediği cinayeti -dikkat çekmemek üzere- örtbas yöntemlerinden biriydi. İşte bu lahit, 1922 yılında Lord Carnarvaon ve Howard Carter adlı iki İngiliz ejiptolog tarafından bulundu. Tam 3000 yıl sonra Horemheb'e ilginç bir oyun oynamış, sonunda Tutankhamon yine üne kavuşmuştu.

Altta okuyacağınız bölüm ise, "Tutankhamon'un bir lanet perdesi ile mezarını koruduğu" sorusunu sizlere soracaktır:

Eski Mısır Uygarlığı, büyük, ilgi çeken gizemini sürdürüyor. Kazılar, arkeoloji araştırmaları sürdükçe ortaya yeni bilgiler çıkıyor. Bulunan her yeni kalıntı, bilinenleri değil, bilinmeyenleri çoğaltıyor sanki. Mısır'da yaşanan en ilginç olaylardan biri de Firavun Tutankhamon'un mezarının açılmasıyla ilgiliydi. Her şey, Carnavon Lordu'nun ölümüyle başladı.
İNGİLTERE'DE BİR CENAZE TÖRENİ

1923 yılının 30 Nisan günü İngiltere'nin Hampshire bölgesinde, Beacon Tepesi'nde, sade bir cenaze töreni düzenlendi.Törene katılanlar heyecanlıydılar. Çünkü toprağa vermek üzere oldukları Carnarvon Lordu George Edward Stanhope, gizemli bir biçimde öldürülmüştü. 3000 yıllık lanet… Herkes, Lord'un Eski Mısır'ın 18. Sülale firavunlarından Tutankhamon'un lanetine uğradığına inanıyordu. Lord, bu firavunun mezarının açılması için para harcamış ve bizzat kazılara katılmıştı.  Carnavon Lordu'nun ölümünü başka ölümler izledi. Tutankhamon'un mezarına girip çıkan ya da bu işe karışan birçok insan, anlaşılmaz bir biçimde yaşamını yitiriyordu. Firavun Tutankhamon öleli, 3000 yıldan uzun süre geçmişti.Yani, 3000 yıl sonrasına uzanan bir lanetten söz ediliyordu…

LORD, MISIR'A GİDİYOR

Bu esrarengiz "mezar açma" olayını aydınlatabilmek için ise, Carnarvon Lordu'nun Mısır'a gidişinden başlamak gerekiyor. Parası bol, yapacak işi pek olmayan İngiliz soylusu Carnarvon Lordu, dünyayı dolaşıyor, keyfine göre yaşıyorken,1901 yılında Almanya'da Bad Schwalbach kaplıcalarında bulunduğu sırada bir araba kazası geçirdi. Göğsü, çok kötü zedelendi. İngiltere'ye döndü.

Soluk almakta güçlük çekiyordu. Bir süre tedavi gördükten sonra iyileşti. Ama özel doktoru ona tedbirli davranmasını tavsiye etti. Özellikle kış mevsimlerini soğuk İngiltere yerine, ılıman ve kuru bir iklimin egemen olduğu ülkelerde geçirmeliydi. O günlerde Mısır, Avrupalılar için çok gözde bir ziyaret yeriydi. Lüks oteller ve tarihsel kalıntılar, çok sayıda turisti buraya çekiyordu. Özellikle Krallar Vadisi denilen yerde yapılan kazılara Lord büyük ilgi duydu.

  ARKEOLOG CARTER
                                   
Carnarvon Lordu, Mısır'da kısa sürede eski sağlığına kavuştu. Ama Mısır'dan bir türlü kopamadı. Sanki bir şey, onu dürtüyordu. Eski Mısır uygarlığını incelemeye başladı. Yapılan kazıları izlemeye koyuldu ve birgün bizzat kendisi bu kazılara katıldı. 1907 yılında yine Mısır'dayken yurttaşlarından arkeolog Harold Carter'le tanıştı ve onu kendisine danışman yaptı. Carter, 33 yaşındaydı ve 17 yaşından beri Mısır'daydı. Birçok kazıda bulunmuş, ünlü arkeologlara yardımcılık yapmıştı. Tarihî Kalıntılar Servisi'nde çalışmış ve Krallar Vadisi'ndeki kazıları denetlemişti; ama Mısır yetkilileriyle arasında anlaşmazlık çıkınca, görevinden istifa etmişti.

Carnarvon Lordu kendisine rastladığı sırada, manzara ressamlığı yaparak hayatını kazanmaktaydı.O da nedense bir türlü Mısır'dan ayrılamıyordu. Carnarvon Lordu, ona yılda 400 İngiliz Sterlini ücret ödemeye başladı. Mısır'da mezar demek, hazine demekti. Çünkü eski Mısırlılar, ölülerini öbür dünyaya en değerli hazineleriyle birlikte gömerek uğurlardı. Lord, bulunacak bir hazine ile Carter'e ödediği parayı kat kat çıkaracağına inanıyordu.

CARTER, MEZARIN İZİNDE

1 Kasım 1922'de o güne kadar hiç kazılmamış bir hektarlık bir üçgende çalışmalara başlayan Carter, 4 Kasım'da çökmüş bir merdiven girişi buldu. Bir gün sonra ise, bu girişin olduğunu kesin biçimde anlamıştı. İngiltere'ye telgraf çekmesi üstüne Lord, kızı Lady Evelyn ile birlikte Mısır'a gelerek bizzat kazılara katılmaya başladı. 26 Kasım'da, yaptıkları kazının bütün molozlarını temizlemişlerdi. Ardından sanki içeriden kilitlenmişçesine kapalı duran bir kapıyı açmayı başardılar. İçeri ilk giren Carter oldu. Gördükleri karşısında adeta dili tutuldu. Bu çok odalı mezarın giriş odası bile hazinelerle doluydu.

LORD, OLAYI THE TIMES'E SATIYOR

Lord, o ana kadar harcamış olduğu paraları çıkarmak istiyordu. Mezardan ne kadar değerli şeyler çıkarsa çıksın, onlara sahip olması olanaksızdı. Çünkü Mısır hükümeti, kazıyı denetliyordu. Lord, mezarla ilgili bilgileri The Times gazetesine para karşılığı sattı. Böylece İngiliz okurlar, kazı sırasında olan biten her şeyi günü gününe izlemeye başladılar.

TUTANKHAMON'LA BULUŞMA

Lord Carter, Lord'un kızı Lady Evelyn ve Carter'in yardımcısı,Arthur Callender ile birlikte bir gece mezarın ana bölümüne girmeyi başardılar. Tümü, gördüklerinin gerçek olup olmadığından kuşkuya düştüler. Her şey altındandı. Firavun'un mumyasının koskocaman bir altın sandukanın içinde olduğu anlaşılıyordu. Duvarlarda altın çerçeveli resimler vardı. Bunlar da firavunun ailesine aitti.Tanrı Osiris'i sembolize eden parlak, cilalı altın bir mask da duvarda asılıydı. Carter ve Lord, ne bulduklarını biliyordu. Bu mezar, 18. Sülale krallarından Tutankhamon'undu.Tutankhamon, M.Ö 1346-1339 arasında bir tarihte ölmüş,o tarihten bu yana mezar hiç açılmamıştı.Varlığı bile bilinmiyordu.. Carnarvon Lordu, bulduklarını bütün dünyaya ilan etti. Kazı sırasında çıkan bütün molozlar temizledikten sonra resmî açılış yapıldı. Gazeteciler, fotoğraflar çektiler. Olay, bütün dünyaya duyuruldu.

"ÖLÜM GELECEK…"

Kazılar devam ederken ilgi çekici bir şey olmuştu. Bütün vaktini kazı terinde geçiren Carter, kaldığı eve pek uğramıyordu.Oraya nasıl geldiği bilinmeyen bir kobra yılanı evine girmiş ve Carter'in kafeste yaşayan uğurlu kanaryasını yiyivermişti. Kazılarda çalışan Mısır'lı işçiler, inançlı kişilerdi. Bu olayı duyunca çok heyecanlandılar. Bunu bir uğursuzluk belirtisi olarak kabul ettiler. Çünkü kobra yılanı, Mısır hükümdarlığının simgesiydi ve Tanrıça Vadeet tarafından korunduğuna inanılan bir hayvandı. İşçiler, aralarında olayı şöyle yorumladılar: "Yakında ölüm gelecek…"

TURİSTLER, MISIR'A AKIN EDİYOR

Tutankhamon'un mezarı, dünyada büyük ilgi gördü. Mısır'daki meraklılar yetmiyormuş gibi binlerce Avrupalı turist, Mısır'a akın etmeye başladı. Mezarın girişine her gün binlerce insan geliyordu. Arkeologlar, bilim adamları, kâşifler, mezarı ve hazineleri görmek için birbirlerini eziyordu. Bâzı serserilerin olay çıkardığı da oluyordu… Firavun Tutankhamon'un 3000 yılını aşkın bir zamandan beri süren "ebedî istirahatı"na son verilmişti.

LORD İLE CARTER'İN ARASI AÇILIYOR

Carnarvon Lordu ve Carter'in mezarı buldukları anda duydukları sevinç, bütünüyle yok olmuştu. İkisi de çok sinirliydiler. Mısır hükümeti'yle olan ilişkileri bozulmuştu. Carter, mezarda bulunan eşyaları kaydetmek için günlerce çok kötü koşullar altında çalıştı. Bir akşam, Carnarvon Lordu ile bir araya geldi ve aralarında çok şiddetli bir kavga çıktı. Lord, İngiltere'ye gitti.

1923 Şubat'ında Lord'un sağlık durumu bozuldu.Anlaşılmaz bir biçimde dişleri döküldü. Ateşi, bir yükseliyor bir düşüyordu. Mart ayı başında Mısır'a döndü ve bir süre için durumu düzeldi. Ama daha sonra yeniden kötüleşmeye başladı. Ailesi, Mısır'a geldi hemen. 26 Mart günü, Carnarvon Lordu'nda kan zehirlenmesi olduğu resmen açıklandı. 4 Nisan günü Kahire'de, Continental Svoy Oteli'nde komadaydı. Ertesi sabah saat 2'de, tüm hastalığı boyunca yanından ayrılmayan İngiliz hasta bakıcı , Carnarvon Lordu'nun öldüğünü bildirdi.

Tam o anda oteldeki ışıklar titredi ve söndü. Otelin penceresinden dışarı bakanlar, bütün Kahire'de elektriklerin kesildiğini gördüler. Kentte elektrik kesintileri çok sık olmakla birlikte, Lord'un öldüğü andaki arıza için hiçbir açıklamada bulunulmadı. Aynı saatlerde Lord'un İngiltere'deki şatosunda bulunan İskoçyalı kahya da dehşet içinde irkildi. Lord'un köpeği, titriyor ve uluyordu. Biraz sonra o da öldü.

"MEZARA DOKUNANA ÖLÜM…"

Lord'un ölümü, bütün dünyada şok etkisi uyandırdı. Gazeteler, Firavun Tutankhamon'un mezarında bulunmuş yazılardan söz ediyorlardı. Eski Mısır yazısıyla yazılmış olan bu yazılardan biri, şöyle diyordu:

"Mezara dokunanlara ölüm gelecektir."

Bazıları da mezarda başka uyarıların bulunduğunu ileri sürdüler. Bunlardan biri, şöyleydi:

"Ölüm, firavunların huzurunu bozanı, kanatlarıyla katledecektir."

Arkeolog Carter ise, Tutankhamon'un mezarında bu türden bir lanetin bulunmadığını söyledi. Onu rahatsız eden bir tek şey vardı. Mezarın altın sandukasının önünde bir lamba bulmuştu. Bu lambanın üstünde şöyle yazıyordu:

"Gizli odaya girilmesini önleyeceğim. Benim görevim, ölüyü korumak."

GİZEMLİ ÖLÜMLER

Firavun Tutankhamon'un mezarını ziyaret eden arkeolog ve turistlerden bazıları da kısa bir süre sonra hastalanarak öldüler. Mezarın iç odalarından birinin açılışında bulunan kişilerden biri olan James Henry Breasted, ateşli bir hastalığa yakalandıysa da mezarda çalışmayı sürdürdü. 70 yaşına kadar, yani 12 yıl daha yaşadı. Amerikalı Milyarder George Jay Gould, mezarı ziyaret ettiği gün ateşlenerek aniden öldü. Arkeolog Carter'in yardımcılarından biri olan A. C. Mace, ateş nöbetlerine tutulunca işi bıraktı ve 1928'de öldü. Bir başka yardımcısı Richard Bethell, 45 yaşında kan dolaşımı yetersizliğinden (!) öldü.

Bütün bu ölümler, mâkul ve doğal nedenlerle açıklanabilir mi?Havalanan tozda bakteriler olduğu ileri sürüldüyse de, bilim adamı Alfred Lucas, bazı bakteri örneklerini inceledi. Bunlardan bir tanesi dışında aşağı yukarı tümünün zararsız olduğunu açıkladı. Bir süre, mezar duvarlarını kaplayan mantarın bir alerjiye neden olduğu sanıldı. Ama bu konuda da bir kanıt getirilemedi. Eski Mısır'lıların çok etkili zehirler ürettikleri biliniyordu. Açılan tüm mezarlarda böyle zehirler arandı.Ama bulunmadı…

ÖLÜMLERİN ARKASI KESİLMİYOR

Firavun Tutankhamon'un mezarına ilgi gösterildikçe, ölümler de sürüp gidiyordu. Kahire'de Carnarvon Lordu'na bakan İngiliz hemşire, 1926 yılında (28 yaşında) doğum yaparken öldü. New York'taki Metropolitan Sanat Müzesi'nin temsilcisi Herbert Winlock, Mısır'a geldi. Firavun Tutankhamon'un mezarı yüzünden öldüğü sanılan insanların bir listesini yaptı. Kahire Üniversitesi'nden Dr. İzzettin Taha, yıllar sonra konuyla bilimsel olarak ilgilendi.

Arkeologların ve müzelerde çalışanların ciğerlerinde mantar hastalıkları olduğunu buldu. Eski mezarlara girmiş olanların da bu hastalıktan ölmüş olabileceğini ileri sürdü. Kısa bir süre sonra Kahire 'den Süveyş'e giderken düz yolda kullandığı araba, karşı yönden gelen bir arabayla çarpıştı. Yapılan otopside Dr. Taha'nın çarpışmadan saniyeler önce solunum yetersizliğinden öldüğü ortaya çıktı… Tutankhamon'un mezarının kalıntılarının 1972'de Londra'da ve daha sonra da Amerika'da sergilenmesinde de gizemli ölümler meydana geldi. Bunlardan en üzücü olanı, Mısır Eski eserler Bölümü Müdürü Dr. Gamaleddin Mehrez'in ölümüydü. Mehrez,bütün bu ilginç ve enteresan ölümlerin, kuşkusuz kişiyi tedirgin edebileceğini, ama lânete kesinlikle inanılmaması gerektiğini söylemişti.

"Bakın bana!" demişti. "Bütün yaşamım boyunca mezarlar ve mumyalarla uğraştım. Bütün bunların bir rastlantı olduğunun en büyük kanıtıyım." Bu sözlerin üzerinden dört hafta sonra, sergilenecek.eserler Londra yolundayken, 52  yaşında öldü.

LANET DEVAM EDİYOR

Sergilenecek eserleri Londra'ya götüren RAF uçağının baş teknisyeni  Lansdown, bilinmeyen bir nedenle Tutankhamon'un ölüm maskesinin bulunduğu kutuyu tekmelemişti.İki yıl sonra aynı bacağı garip bir kazada kırıldı. Mürettebattan başka kişiler de beklenmedik şekilde öldüler. Başka bir olay da ,1980'de "Kral Tutankhamon'un Laneti " adlı TV filminin çekimi sırasında ortaya çıktı.

Mısır'da çekimin birinci günü, tahıl yüklü bir araba bilinmedik bir nedenle devrildi ve filmin yıldızı Lan McShane'in bacağının 10 yerden kırılmasına neden oldu. Lan McShane'nin yerini Robin Ellis aldı, ancak başka yıldızlar, yapıma katılma teklifini reddettiler. Belki de Tutankhamon'un laneti, bir hileden ibaretti. Belki de halkın inançları, böyle bir olayı yaratmıştı. Ya da ,Tutankhamon, mezarında rahatsız edilmeden bırakılmalıydı.

Alintı:gizliilimler





                                                                                                               


INGILIZ ANAHTARI : 1835’ te Solymon Merrick, ingiliz anahtarını tasarladı. İnsanoğlunun pratik zekasının bir ürünü olan ingiliz anahtarı ile vidaların büyüklüğü önemini yitiriyordu. Çünkü genişleyebilen ucu sayesinde her boyuttaki vida için kolayca kullanılabiliyordu.

CIVALI BAROMETRE : 1643’ te Evangelista Torricelli, hava basıncını ölçmek için yeni bir yöntem geliştirdi. Torricelli, vakum ve basınç üzerine deneyler yapmaktaydı. Yarıya kadar cıvayla doldurduğu bir kaba, yine ağzına kadar cıvayla dolu bir tüpü ters çevirip batırmıştı. Havanın basıncına bağlı olarak tüpteki cıvanın oranı bir miktar azalmaktaydı. Böylece bugün “cıvalı barometre” olarak bildiğimiz cihaz ortaya çıkmış oldu.

PARA : Para, ilk kez MÖ 700’ de Lidya’ da malların alımı için kullanıldı. Yoğun olarak ticaretle uğraşan ve bir Anadolu uygarlığı olan Lidya’ da paranın ilk formu değerli maddeden oluşmaktaydı. Altın ya da gümüş, en çok kullanılan para hammaddesiydi. MÖ 700 yılına gelene kadar insanların ekonomik ilişkilerinde kullandıkları en yaygın metot “barter” yani değişim sistemiydi. Buğday almak isteyen, yerine eşit miktarda pirinç kullanabiliyordu. Günümüzde ise para kullanımı, yavaş yavaş yerini dijital ortamdaki paralara yani kredi kartlarına bırakmaktadır.



KAUCUK : Kauçuk,ilk olarak Kızılderililer tarafından kullanıldı. Avrupalılardan çok daha önce Kızılderililer kauçuğu işlemeyi ve kullanmayı öğrenmişlerdi. 1751’ de Fransız mühendis Fresneau G., Amerika’ daki Cayimes yerlilerinden kauçuğun nasıl elde edilip işlendiğini öğrendi. Sonra, bundan kendisine bir çift ayakkabı yaptı. Ardından Goodyear ve Hancock çeşitli yöntemler kullanarak kauçuğun kullanım alanlarını genişlettiler.

KLIMA : İlk klima fikri 1906’ da Willis Haviland Carrier tarafından oluşturulmuştur. Klima denildiğinde aklımıza Carrier gelmesine rağmen, klima 1906 yılında Stuart H. Cramer adındaki bir tekstil mühendisi adına tescil ettirilmiştir. Cramer, klima kelimesini tekstil bitkilerinin yetiştiği ortamdaki havayı nemlendirmeye yarayan cihazı için kullanmaktaydı.

TEFLON: 1939’ da Dr. Roy J. Plunkett tarafından bulunan, ana maddesi PTFE olan teflon, 1940’ larda Dupont Teflon adında bugün bildiğimiz tencere ve tavalarda kullanılmaya başlanmıştır. Teflonun patenti yine Dr. Roy J. Plunkett tarafından 1941’ de alınmıştır.

PAMUK: Ne zaman kullanılmaya başlanıldığı bilinmese de gidilebilen en eski tarihlerde bile pamuk karşımıza çıkmaktadır. Kelimenin orijini Arapça’ da kullanılan “kutun”dur. Diğer Avrupa dillerine “cotton” olarak geçmiştir. 7000 yıllık bir pamuklu giysi Meksika’ da tarih öncesi döneme ait bir mağarada bulunmuştur. MÖ 3000 yıllarında Mısırlılar pamuğu işleyen ve giysi üretmeye yarayan bir sisteme sahiptiler. 1793 yılında Amerikalı Eli Whitney, pamuk toplama makinesinin patentini almıştır.

TORNAVIDA: MÖ 3. yüzyılda Arşimet tornavidayı icat etti. Arşimet tornavidanın mucidi olarak bilinmesine rağmen onun yapmış olduğu tornavida bugünkünden oldukça ilginç ve enteresandı; daha sonraları icadını daha da geliştirip tarihin ilk hidrolik tornavidasını üretmiştir.

BULMACA: 1913 Yılında İngiliz göçmen Arthur Wynne, New York World gazetesinde çalışırken editörü, kendisinden Pazar eğlence sayfası için yeni bir oyun bulmasını istedi. Wynne, çocukluğundan hatırladığı sihirli kareler adlı bulmacaya benzeyen kelime oyununu geliştirerek bugünkü bulmacanın temelini atmış oldu. Bulmaca, yaratıcısının ülkesinde ancak 1924’ te London Times’ ta yayımlandı.

GUNES GOZLUGU : 1752’ de James Ayscough, güneş gözlüğünü icat etti. İlk güneş gözlüklerinin camları da bugünküler gibi renkliydi. Yeşil ve mavi cam kullanımı tavsiye edilmekteydi. Daha sonra Edwin H Land, ilk selofenli polarize edilmiş camlı güneş gözlüklerini üreterek güneş gözlüklerinde yeni bir dönem açmış oldu.

CAY MAKINASI: 1923’ TE Arthur Large, tehlike yaratmadan suyla temas edebilen bir makine geliştirdi. Böylece ilk elektrikli çay makinesi doğdu ve bir çığır açtı. Çaydanlığın tabanında bulunan elektrikli ısıtıcı, suyu ısıtıyordu. Bu, ısıtıcı bir boru içinden geçen bir telden oluşuyordu ve su çabucak ısınıveriyordu.

SELOFEN : 1908’ de İsveçli tekstil mühendisi Jacques E Branderberger, bir gün lokantada yemek yerken başka bir müşterinin yemek yediği masanın üzerine şarabını dökmesi sonucunda, aklına temiz, kullanışlı ve su geçirmeyen bir maddenin yapılabileceği fikri geldi. Sonunda selüloz ile kaplanmış viskos kumaş yani selofen bulunmuş oldu.

TEKERLEK : MÖ 3500 yıllarında icat edildiği sanılmaktadır. Tekerleğin ilk olarak ne zaman ve nerede ortaya çıktığını kimse bilmemektedir. Fakat MÖ 3500 yıllarında Mezopotamya’ da veya Doğu Avrupa’ da çömlekçiler tarafından kullanıldığına inanılmaktadır. Ulaşımda kullanılan en eski tekerle, MÖ 3200 yıllarına ait bir Mezopotamya resminde görülmektedir. İlginç olan ise tekerlikli ulaşımın 15. yüzyılın sonlarına kadar Güney Amerika’ da bilinmemiş olmasıdır.

KONTAKT LENS : 1888’ de kontakt lens geliştirildi. Eugen Fick ve Eduard Kalt, hemen hemen aynı zamanlarda kontakt lens yardımıyla görme bozukluklarını çözdüklerini beyan etmişlerdi. Kontakt lenslerle birlikte gözlükler, güzellik vaat eden rakiplerine, yavaş yavaş yerlerini bırakmaya başladı.

KILIT: 1787’ de Joseph Bramah tarafından tasarlanan kilit, ancak 75 yıl sonra Londra’ da bir sergi sırasında bir ziyaretçinin 51 saat süren uğraşı ile açılabilmiştir. Tarihte ilk kilitleri eski Mısırlılar’ ın kullandığı bilinmektedir. Kilitler tahtadan yapılıyor ve açılıyordu. Anahtarın üzerinde değişik uzunluklarda silindir pimler vardı. Mısırlılar’ dan esinlenen Linus Yale, Yale kilit olarak bilinen ilk modern pimli kilidi üretti.

VIDA : MÖ 5. yüzyılda Archytas of Terentum, vidayı icat etti. İlk vidalar tahtadan yapılmakta ve zeytinyağı ile preslenmekteydi. Metal vidalar ise ilk olarak 15. yüzyılda Ege’nin iki yakasında karşımıza çıkmaktadır.

MAKAS : Bugün kullandığımız makasın patenti, 1893’ te Louis Austin tarafından Washington’ da alındı. Tam olarak ne zaman ve kim tarafından icat edildiği bilinmese de İskender’ in Mısır’ ı fethiyle gelişen güzel sanatlarda üstünlük sembolü olarak kullanıldığı biliniyor.

SAKLAMA KSABI : 1795’ te Fracois Appert, oluşturduğu kapak sistemi sayesinde kapların içine hava sızmasını önleyen ve böylece gıdanın bozulmasını geciktiren bir sistem geliştirdi. Appert’ in bulduğu ilk saklama kapları aslında zamanı için bir devrim niteliğindeydi. Çünkü gıdaların bozulmadan saklanabilmesi gerçekten zordu.

AYAKKABI MAKINASI : Jan Ernst Matzeliger, ayakkabı yapma makinesini icat etti. 1850’ li yıllarda tüm ayakkabılar elde yapılıyor ve bu da zaman alıyordu. El yapımı olduğu için fiyatları da yüksekti. Matzeliger, ayakkabı sanayiine adeta yeni bir soluk getirdi. İcat ettiği makineyle bir ayakkabı, yaklaşık 3 dakika içinde makineden çıkabiliyordu. Böylece ayakkabı maliyeti de düşürülmüş oluyordu.

ELEKTRO KARDIAGRAFI CIHAZI: 1903’ te Willem Einthoven, kalbin işleyişini kaydeden elektrokardiografi cihazını ( EKG ) icat etti. Einthoven’ ın 1924’ te Nobel ödülü aldığı bu icadı, kalp atışlarının grafiksel çıktısını vermekteydi. EKG, kalbin ürettiği elektrik sinyalleri ölçüp kaydederek kalp hastalığının belirtisi olabilecek düzensizlikleri ortaya çıkarır.

DEMIR CIGER: 1929’ da Philip Drinker, hastaların solunumuna yardım etmek için “demir ciğer” adını verdiği bir alet tasarladı. Bu aygıt, vücudun boynun altında kalan kısmını içine alan hava geçirmez bir kutudan oluşuyordu. Kutunun içindeki basınç değiştirilerek ciğerlere hava girip çıkması sağlanıyordu.

ELEKTRON MIKROSKOBU : 1933’ te iki Alman bilim adamı Max Kroll ve Ernst Ruska’ nın ortak çalışması sonucunda elektron mikroskobu doğdu. Elektronların bir numunenin üzerine bombardıman edilmesiyle numunenin elektron yayması prensibi, o numunenin üç boyutlu görüntüsüne ulaşmamıza neden olmuştur. Sonraları bu keşif, atomların incelenmesi ve diğer büyük keşiflerde çok yararlı olmuş, insanlığa yeni kapılar açmıştır.

TETANOS ASISI : 1926’ da Fransız Ramon et Zoeller, tetanos aşısını geliştirdi. 1900’lerin ilk çeyreğine kadar tetanos virüsü ölümcül olabiliyordu. Her hangi bir paslı objenin açtığı küçük bir yaradan içeri giren virüs, binlerce insanın ölümüne yol açabiliyordu. Zoeller’ den sonra tetanos virüsü de insanoğlunun zekası karşısında tarihteki yerini almıştır.

RADYASSON OLCUM ALETI : 1913’ te Alman Hans Geiger, radyasyon ölçüm aleti Geiger’ i icat etti. Geiger, ortamdaki radyasyon miktarını ışıma yapan parçacıklar aracılığıyla hesaplamayı başarınca, insanoğlu hiçbir şekilde sonuçları baş gösterene kadar fark edilemeyen bu gizli düşmanın varlığından en azından haberdar olabilmeyi başarabilmiştir.

DNA : Tıp tarihi boyunca yapılmış en büyük keşiflerden biri olarak kabul edilen DNA, 1953 yılında James Watson ve Francis Crick tarafından bulundu. İki bilim adamı, çifte heliks sarmalı etrafında sıralanmış yaşamın temel yapı taşlarının varlığını bularak genetik biliminin doğmasını sağlamışlardır.

LAZER: Lazer kuramı, 1958’ de Amerikalı fizikçiler Charles Townes ve Arthur Schawlow ortaya atmıştır. İlk lazeri 1960’ da Theodore Maiman yapmıştır. Günümüzde lazer, ameliyatlarda dokuları kesmek ya da kılcal damarlarını kapamak amacıyla kullanılmaktadır.

HEPATIT-B : 1971‘ de Amerikalı Blumberg et Millman, Hepatit-B aşısını geliştirdi. Bugün Dünya Sağlık Örgütü’ nün, insanlığı tehdit eden ve en önemli virüsler listesinde yer AIDS ile birlikte en üst sıralara koyduğu Hepatit-B virüsü, aşısı olmasına rağmen neden olduğu hastalık hakkında yeterli bilgiye sahip olunamaması nedeniyle yaygınlığını sürdürmektedir.

GRIP ASISI : 1976’ da grip aşısı geliştirildi. Fakat aşısı bulunmasına rağmen halen grip mikrobundan insanoğlunun kurtulduğunu söyleyemeyiz.

YARA BANDI: 1920’ de Earle Dickson, özellikle mutfak işlerini yaparken karısının çok sık elini kestiğini görüp karısı için bir gazlı bez ve selobant yardımıyla ilk yara bandını yapmış ve bu icadı zamanla çok tutulmuştur. İlginç bir hikayeye sahip olan bu icat, bugün evde, işte ve okulda tüm ilk yardım çantalarında bulunan bir malzeme olmuştur.

STETESKOP : 1816’ da Rene Laennec, Paris sokaklarında dolaşırken, oyun oynayan iki çocuğun, birbirlerinin göğsünü ellerindeki tahta borularla dinlemekte olduğunu fark etti. Daha sonra Laennec, bir kağıdı rulo yaparak ucuna bir ip bağladı ve bir başkasının göğsünü dinlemeyi başardı. Bu alete Yunanca “göğüs” anlamına gelen “steteskop” adını verdi.

AMBULANS: 1790’ da Dominique Larrey, hastaları hastaneye yetiştirebilmek için hafif bir araba tasarladı. 1792’ de Fransa, hem Avusturya hem de Prusya ile savaş halindeydi. Ağır arabaların yaralıları toplamak için cepheye ulaşamadıkları görülünce Larrey’ in bu tasarımı hayata geçmiş oldu.

BEHCET HASTALIGI : Çok sayıda sistemi ilgilendiren iltihabi bir hastalık olan Behçet hastalığı ilk olarak 1937 yılında Türk dermatolog Dr Hulusi Behçet tarafından tanımlanmıştır. Çoğunlukla Ortadoğu ve Japonya da görülen bu hastalıkla ilgili araştırmalar halen yürütülmektedir.

YAPAY KALP : 1982’ de Dr. Robert Jarvik, ilk yapay kalbi üretti. Dr. Jarvik tarafından icat edilen ilk yapay kalp, tırnak büyüklüğündeki bir motorla çalışıyordu. “Jarvik 7” olarak da bilinen alet, Seattle’ lı diş hekimi Barney Clark’ ın onayı üzerine kendisine takıldı ve hasta tam 112 gün “Jarvik 7” ile yaşamını sürdürdü.

COCUK FELCI ASISI : 1957’ de ilk çocuk felci aşısını Dr. Albert Sabin geliştirdi. Dr Sabin tarafından geliştirilen çocuk felci aşısı pek çok çocuğun skat olarak hayatına devam etmesini de önlemiş oluyordu. Sabin’ in geliştirmiş olduğu aşı, tıpkı bugünkü gibi ağız yoluyla uygulanmaktaydı.

ASPIRIN: 1829’ da bilim adamlarının, söğüt ağacının yaprağında bulunan “salisin” adlı kimyasal bir maddenin ağrı kesici özelliği olduğunu keşfetmelerinden sonra Charles Frederic Gerhard bu maddeyi kullanarak “salisilik asiti” geliştirmiştir. 1899’ da Alman kimyager Felix Hoffmann’ ın Gerhard’ ın formülünü geliştirmesi sonucunda Aspirin tıbbın hizmetine sunulmuştur.

Popular Posts

Recent Posts

Unordered List

Categories

Text Widget

Blog Archive