23 Kasım 2014 Pazar

PLÜTON

    Güneş ve uyduları ile birlikte gezegenler, kuyruklu yıldızlar ve meteor akımları da dâhil olmak üzere, onun etrâfında dönen gök cisimleri. Güneş ve güneş çevresinde dolanan gök cisimlerinden meydana gelir. Güneş sisteminde gezegen, uydu, kuyruklu yıldız ve meteor bulunur. Güneş sisteminin oluşumu ile ilgili en çok bilinen teori Kant-Lapslace teorisidir.
  

Plüton ve uydu isimlerinin mitolojik hikayeleri

Yunan mitolojisine göre Nyx, Pluto tarafından yönetilen yer altı dünyasına Styx nehri üzerinden ruhları taşıyan kayıkçı Charon’un annesi ve aynı zamanda da gece tanrıçası. Uyduları keşfeden Uluslarası Gökbilim Birliği, ismi önceden Nyx olarak adlandırılan iki asteroid’le karışmaması için Nix olarak değiştirdi. Hydra ise Pluto’nun krallığını koruyan dokuz başlı mitolojik yılanın adı. Uyduları keşfeden takımın başındaki astronom Alan Stern, bu isimleri seçerken Güneş sistemimizin kapısını korumaya uygun olduklarını düşündüklerini belirtiyor. İsimlerin seçiminde rol oynayan bir başka etken ise NASA’nın Plüton projesi olan New Horizons (Yeni Ufuklar) kelimeleri ile aynı baş harflerini taşıyor olmaları.(Bu bölüm, Whop dergisinin Temmuz 2006 sayısında yer alan Umut Eroğlu imzalı "Uzaydan Haberler" sayfasından alıntıdır)

 

Plüton gezegen mi?

Ağustos 2006'da toplanan Uluslararası Astronomi Birliği, yeni bir gezegen tanımı geliştirmişti. Buna göre güneş sistemindeki gezegenlerin sayısı 9'dan 12'ye çıkacak ve Plüton da gezegen statüsünü koruyacaktı. Ancak birçok gökbilimci buna karşı çıktı ve Plüton'un 'cüce gezegen' olarak nitelendirilmesine karar verdi.

Plüton 1930'da keşfedilerek Güneş Sistemi'nin dokuzuncu ve son gezegeni olarak kabul edilmişti. Bu zamana dek Güneş Sistemi'nde sekiz gezegen vardı. Bunların Güneş'e uzaklığı mesafe sırasıyla, Merkür, Venüs, Dünya, Mars, Jüpiter, Satürn, Uranüs ve Neptün'dür.

Ancak son dönemde bazı uzmanlar diğer sekiz gezegenden çok daha küçük ve uzak olan, bir buz ve kaya kütlesi durumundaki Plüton'un gezegen kabul edilemeyeceğini savunuyordu.

Eğer söz konusu tanım kabul edilmiş olsaydı üç gökcismi daha gezen olarak kabul edilecekti. Bunlar, şimdiye dek Plüton'un uydusu kabul edilen Charon, üç yıl önce keşfedilen 2003 UB313 adlı gök cismi ve Mars ile Jüpiter arasındaki Ceres adlı dev bir asteroid.





Simya Nedir?

Günümüzdeki modern kimya biliminin temelleri atılmadan binlerce yıl önceden başlayıp, 17. yüzyıla kadar etkileri devam eden, maddeleri birbirine karıştırıp , değiştirmeye çalışan simyacı, insanların yaptıkları çalışmalara ve verilen genel ada simya denir

Simya ile en az 2500 yıldır uğraşıldığı bilinmektedir. Simya ile ilk olarak Mezopotamya, Eski Mısır, İran, Hindistan ve Çin'de uğraşılmıştır. Klasik Yunan döneminde Yunanistan'da, Roma İmparatorluğu'nun hüküm sürdüğü coğrafyada, önemli İslam başkentlerinde ve daha sonra 19. yüzyıla kadar Avrupa'da simyaya ilgi duyulmuştur.

Simya ile ilgili;

* Simya bir bilim dalı değildir
* Sadece deneme-yanılma yolu ile çalışırlar
* Çalışmalar teorik bir temele dayanmaz
* Sistematik bilgiler içermez
* Bilgi birikimi oluşmamıştır

Simyacılar farklı amaçlar için çalışırken deneme- yanılma yöntemi kullanılarak istemeden bazı şeyleri keşfetmişlerdir

Simya içerisinde tıp, felsefe, astroloji, kimya, din gibi birçok konuda motifler içerdiği için simyacılar,

* Ölümsüzlük iksirini keşfetmek,
* Sonsuz zenginliğe ulaşmak,

gibi konularla ilgili çalışmalar da yapmışlardır. Bu nedenle, bir simyacı tarih boyunca bazı zamanlar doktor, kahin, filozof hatta büyücü olarak kabul edilmiştir. Ancak günümüzde kullanılan bazı deney ve araç gereçlerinin ilk hallerini simyacılar keşfetmiş ve kullanmışlardır. Bugün yüzlerce kullanım alanı keşfedilmiş olan kostik soda, kükürt, cıva, sönmüş kireç, nitrik asit gibi birçok madde ilk defa yüzyıllar önce simyacılar tarafından da kullanmışlardır. Başka bir ifade ile simyanın günümüz deneysel kimya biliminin ilk temellerini oluşturduğu söylenebilir. Mısır'ın İskendireye kentinde biçimlenmeye başladığı kabul edilir. Eski Mısır'ın metalurji, boya ve cam yapımı gibi üretim zanaatları ile eski Yunan felsefesi İskenderiye'de bir araya gelerek kaynaşmış ve MÖ 400'lerde uygulamalı kimya bilgisi gelişmeye başlamıştır.

Simyacıların ya da bilgilerin arasında Türk ve İslam dünyasından da çok önemli isimler yer almaktadır.


 Yapılan araştırmalar sonucunda simyacıların yaptıkları çalışmalarda günümüzdeki kimya, tıp, metalurji, felsefe, din vb birçok konu ile ilgili motifler olduğu anlaşılmıştır

Evet simya, günümüzdeki anlamıyla bilimsel metotlar kullanılmadan yapılan işlemler olduğu için bir bilim dalı kabul edilmemektedirDolayısıyla da simyacıların bir çoğuna bilim adamı denilmemektedir.
Batı simyası her zaman, kökleri ünlü simyacı Hermes Trismegistus'a uzanan ve bir felsefi-spiritüel sistem olan Hermetizm'le yakından bağlantılı olmuştur. Bu iki disiplin (simya ve Hermetizm) 17. yüzyılın önemli bir ezoterik ekolü olan Gül-haçlılar'ın doğuşunda etkili olmuştur. Erken modern dönemde, simya, kimyaya dönüşmeye başlarken; simyanın mistik ve Hermetik dalları modern spiritüel simyanın odak noktası olmaya başlamıştır.

Günümüzde, simya mistik, ezoterik ve sanatsal yönleri nedeniyle bilim tarihçileri ile filozofların ilgi alanına girmektedir. Simya, modern bilimin temelini atan disiplinlerden biridir ve günümüz kimya ve metalürji endüstrilerinde kullanılan birçok madde ve işlem eski dönem simyacılarının keşfidir.

Simyanın birçok yönü bulunmasına karşın, günümüz popüler kültüründe (sinema ve edebiyattaki simyâ / simyâcı imgelemlerinin de etkisiyle) simya denince akla madenleri altına çevirmeyi deneme işlemi gelmektedir.

Sözcüğün Kökeni

Simya kelimesinin kökeni konusunda araştırmacılar arasında bir fikir birliği bulunmamaktadır. Simya veya alşimi kelimelerinin Sami dilinden kaynaklandığı iddiası en çok kabul görüştür(?). Alşiminin Latince yazılışındaki (Al-chemie) Al takısının Arapça kökenli olduğu kesindir. "Chemie"nin ise Sami kökenli "heme", "hema" kelimelerinden veya Yunanca "hima" (döküm) kelimesinden geldiği iddia edilmektedir.

Simya'nın Hedefleri

Metallerin altın ve gümüşe dönüştürülmesi
Ölümsüzlük iksiri yaratılması
İnsan hayatının dönüştürülmesi
Öbür Dünyayla Konuşan Doktor

R.V. adında bir İtalyan doktor, yorucu bir günden sonra, oyalanarak dinlenmeye çalışıyordu. İtalya ve dünyanın başka yerleriyle telsizle konuşmalar yapıyordu. Cihazı, başka bir amatör ile bağlantı kurar kurma doktor, "Sizinle görüşmek istiyorum." diyor ve vericisini ayarlıyordu. Böylece, Roma ile Paris, Padua veya Johannesburg arasında görüşme başlıyordu. O gece, saat gece yarısını geçmişti. Romalı amatör, o gece de diğer birçok amatörle görüşmeler yaptıktan sonra, yatmaya gitmek üzere tam bağlantıyı kesmeye çalışıyordu ki, 28 megasikl frekans üzerinden çağrıldığını duydu.
Doktor, sesi tanımakta gecikmedi. Bu, yıllardan beri haberleştiği Venetie'li bir amatöre aitti. Nitekim, zaten o da kendini tanıttı.
Doktor, kulaklarına inanamıyordu. Zira o gece, 10 m. dalga uzunluğunun karşılığı olan 28 megasikl üzerinde alıcı "tıkalı" durumdaydı. Yani, manyetik bir fırtına sebebiyle, dinlemeyi imkansız kılacak derecede karışmıştı. Üstelik, alış kuvveti sinyalizatörü (teknik terimi F-metre), 9 artı 40 desibeli gösteriyordu ki bu, 10 m. dalga uzunluğu üzerinde olmak, dolayısıyla ancak oldukça yakın istasyonlardan gelebilirdi. Halbuki Venetie'li amatör, hep 40 m. dalga uzunluğunun karşılığı olan 7 megasikl'i kullanırdı.
Doktor, karşı tarafa bunu söyledi; fakat "ses", söyleneni duymazlıktan geldi. Bunun üzerine teybinin çalışıp çalışmadığını kontrol eden Romalı amatör, konuşmaya girişti. Yirmi dakika süreyle radyo amatörlerine özgü teknik konular üzerine tartıştılar. Sonunda da birbirlerine ertesi akşam için randevu verdiler. Doktor R.V., her zaman yaptığı gibi konuşmanın ayrıntılarını defterine kaydetti ve tarihi de yazdı: 3 Mart 1951.

Ertesi akşam, telsiz cihazına yaklaşmaya fırsat bile bulamadı. Bundan sonraki birkaç akşam da öyle. Sevgili telsizine ancak üç hafta sonra dönebildi. Bir yandan cihazın düğmelerini kurcalarken, bir yandan da İtalya Radyo Amatörleri Derneği'nin çıkardığı derginin son sayısını karıştırıyordu. 133. sayfaya gelince, birdenbire ürperdi. Siyah çerçeveli bir paragrafta, tanınmış radyo amatörü olan bay F.C.'nin uzun bir hastalıktan sonra, 29 Ocak 1951'de Padua'da vefat ettiği bildiriliyordu.
Demek ki doktorun, yüzünü hiç görmediği; fakat sesini gayet iyi tanıdığı amatör dostu, dergiye bakılırsa, esrârengiz görüşmeden bir ay önce bu dünyadan göçmüştü. Gözlerine inanamayan doktor, defterindeki tarihe bir daha baktı, sonra konuşmayı kaydettiği teybi işletti. Hayır, hiç bir şüpheye yer yoktu; ses, cümle yapıları, telaffuz... Venetie'li amatörünkilerdi.
Saat, o sırada gece yarısını biraz geçiyordu. Doktor, bir yandan aynı olayın tekrarından korka korka, sırf merak yüzünden alıcısını işletti. Birkaç saniye sonra, iğne 9 artı 40'in üzerine sıçradı ve durdu. Aynı anda doktor, gayet iyi tanıdığı sesi duydu. F-metre, gayet yakındaki bir vericiyi işaret ediyordu. Öte yandan normal olarak yeşil renkte olan radyo lambası, kondansatörün aşırı şarj olduğunu gösteren morumsu bir renge dönmüştü. Doktor, dinlediğini bildirdikten sonra, konuşmaya başladı. Doktor, esrarın aydınlanması için birkaç soru sormayı istemekle beraber, heyecanından bir şey diyemedi. Karşısındaki, aklından geçenleri sezmiş gibi, çok berrak bir sesle, onu teskin etmeye çalıştı:
"Olanlara şaşma!" dedi. "Birgün sana her şeyi açıklarım. Elindeki dergiyi kapa ve onu unut. Ben, sadece seninle konuşmak istiyorum..."
Doktor R.V,. türlü tehlikeli durumlar karşısında soğukkanlılığını kaybetmemiş bir insandı; fakat öbür dünyadan gelen ses, onu korkuttu. Hızla cereyanı kesti ve sabaha kadar gözünü kırpmayacağı yatak odasına çekildi.
Her şeye rağmen emin olmak için de, ilk fırsatta Venetie'ye giderek, dostunun dul karısını buldu ve ona, konuşmaları kaydettiği bantları dinletti. Kadın, kocasının sesini hemen tanıdı.
Doktorun, insana inanılmayacak gibi gelen bu macerasını anlattığı bir gazeteci, ona korkunç denemeyi tekrar edip etmediğini sormuştu.
Doktor, "1951'in o Mart sonu akşamından beri, hayır." diye karşılık verdi.
"Bir deneseniz, ilginç olmaz mı?"
Böylece o tarihten on bir yıl sonra, Dr. V., gece yarısını az gece, yine vericisini çalıştırdı. Hemen sonra, hoparlörden dostunun sesi çok net olarak yükseldi:
"Neyse, yine buluşabildik. Konuşmayalı o kadar çok zaman oldu ki..."
Dr. V. bu sözleri duyunca, on bir yıl önceki paniğe aynen kapıldı ve hızla makineyi kapattı.
O zamandan beri, geceleri saat gece yarısına yaklaşırken, telsiz konuşmalarını bitirmeyi ihmal etmiyor. Bazı ispritizmacılara sorarsanız, Dr. V.'nin bir cihazın hoparlörü yoluyla ruhların sesini duyurtan fevkalade hassas bir medyum olduğunu söyleyeceklerdir.
17 Ağustos Depreminin Şaşırtan Olayları
1999 İzmit depreminden sonra ortalıkta bir sürü esrarengiz olaylar anlatılmakta. Ne kadar doğru bu söylenenler bilinmez; ama hayret edilmeyecek türden de değil bu anlatılanlar

1. O gece bayanın birisi, doğum için eşiyle beraber bir taksiyle hastahaneye gidiyorlarmış.Taksi tam Eyüp şehitliğinden geçerken doğum sancıları tutan bayan kafasını sağa sola çevirmeye başlamış.İşte tam bu sırada bayanın gözü şehitliğe ilişmiş.Bayan gördüğü manzara karşısında dona kalmış.Bütün şehitler kabirlerinden kalkmış elleri semada dua ediyorlarmış.


2. Aynı saatlerde Eyüp Sultan Camisinin önünde taksicilik yapan bazı kişilerin anlattıkları da insanı hayretler içerisinde bırakıyor: "Taksinin içerisinde oturmuş müşteri bekliyordum. Gözüm birden Cami'nin duvarına ilişti.Duvarları nurdan varlıklar kaplamış tutuyorlardı.Mezarlıklarda yatanlar kalkmış hep beraber dua ediyorlardı."
3. Enkazdan 4 gün sonra çıkan bir çocuğa su ikram etmişler.Çocuk: "Su ve yemek ihtiyacım yok.Yaşlı bir amca bana su da yemek de verdi."

4.  Denizden çok büyük bir ateş topu yükselmiş. Bunu bizzat gören bir arkadaşım vardı. Söylediğine göre deniz ortadan ikiye ayrıldı içinden ateş fışkırdı ve çok büyük bir aydınlıkla deniz geri kapandı. Birkaç saniye bekledikten sonra deprem başladı

5. O gece yıldızlar bir başkaydı.Çoğu insanın anlattığı - sanki elimi uzatsam yıldızları tutacak gibiydim. Hiç o kadar yıldızı bir arada yeryüzüne o kadar yakın görmemiştim hiç elektrik olmamasına rağmen her yeri fazlasıyla aydınlatıyordu.
Mısır'ın Ölüler Kitabı
Düşünce evreninin beşiği kabul edilen Yunanlılar, Thales ya da Euclid'e rağmen yine de zaman ve saat matematiğin'! yeterince çözümleyememişlerdi, çok daha farklı bir kültürel konumda bulunan Mısırlılar'ın pratik çözümü şaşırtıcıdır. Gerçekten de Mısır'ın Yunan'da olduğu gibi bir matematik felsefesi, düşünürleri yoktu. Astronomik tüm bilgileri dinsel törenlerle kısıtlıydı ama Mısırlılar, M.Ö. 3000 civarında, günesin doğusunu ve batisini hesaplayarak bir dikilitaşın neresinin günün hangi saatinde ışık alacağını, bir tapınağın bir yerindeki penceresinden içeri girecek olan güneş ışığı ile bir yazı şifrelemeyi biliyorlardı. Günesin dışında, Eski Mısırlılar, gökyüzünüzün en parlak cisimlerinden Sirius' un da, yılda bir kez sabah saatinde güneşle ayni konuma geldiğini de keşfetmişlerdi. Bu astronomik konum, Nil'in taşmasıyla ilgili olarak Nil yılının başlangıcıydı, Mısırlılar için bu günler Mısır tanrıları Osiris, Horus, Seth, İsis ve Neftis'in doğum günleriydi. Nil yılı daha da doğrusu Nil Nehri'nin varlığı Mısırlılar için öylesine önemlidir ki, ölüm ötesiyle ilgili inançları da doğurmuştur.

Fransız Moret'e göre, Nil Nehri Mısır'ı Akdeniz ve Afrika Mısır'ı diye ikiye ayırır, gerçekten de bu coğrafî konum bin yıllarca Mısır'ı Yukarı ve Aşağı Mısır ya da Krallık olarak jeopolitik olarak böldü. Bu bölünme ve temeldeki krallık kavgaları Mısır'ın tek kralının yani Firavun'un varlığım da böldüğünden önemlidir, zira tüm eski uygarlıkların içinde kendisinin tanrı olduğunu ileri süren tek kral, Firavundur. Gerek Mezopotamya'da, diğer Orta Doğulularda daima krallar tanrıların seçtiği temsilcilerdi, ancak ölümlerinden sonra tanrılaştılar ama Mısır'da Firavun, tanrı demekti. Yasarken Horus, öldüğünde ise Osiris'ti. iste bu inanç top yekün Mısır mitolojisi ile, krallığın doğrudan ilişkisi demekti. Mısırlılar'ın mumyalama ve mumyalama ile ilgili mitler, uygulanan ritüeller hep bu temelin üzerindeydi. Ölüm ve ölüm ötesi yasama böylesine bir takıntı sadece Firavun'un ölümsüzlüğü ve tanrılığı nedenine bağlıdır. Ama Mısır'da Osiris kültünün hemen yanında kökeni çok daha eskilere giden bir de Ra kültü yani güneş-tanrı veya dini vardı, ikisinin kokteyli ve yaşamın kökeni olan Nil inançları Mısır dinini oluşturuyordu, Çok kısa olarak Osiris'i tanımamızda yarar var.

Osiris bitkiler evreninin tanrısıdır, ölür ve yeniden dirilir ama ayni zamanda da yeraltı dünyasının da hakimidir, ruhların yazgısına karar veren kurulun başıdır ve salt bu yönüyle mumyalama ritüellerinin kaynağı olur. Osiris'in erkek kardeşi Seth ile olan kavgası ise Yukarı-Aşağı Mısır ayrımının simgesidir. Böylece Osiris'in sosyal, dinsel ve siyasal üç kimliği ortaya çıkar, İsis, Osiris'in kız kardeşi ve ayni zamanda da karisidir, kayın birâderleri olan Seth ve Typhon 72 ihtilalciyle beraber iyi Kral Osiris'i parçalara ayırıp, Mısır'ın 42 eyaletine bu parçaları atacaktı. İsis, Seth'in dağıttığı parçaları bulacak ve kız kardeşi Neftis'in yardımıyla yeniden yasama döndürecektir. Osiris, bundan sonra yeraltı ülkesinde yasayacak ve oğlu Horus öcünü alacaktır. Horus, daima şahinle simgelendi ve firavunların başlarında şahin arması bulunurdu. Ama firavun ayni zamanda da Mısır'ın ilk kralı ve dünyanın yaratıcısı olan olan Ra'nın da oğluydu. Osiris ve Ra kültlerinin karışımı burada açıkça görülür. Bir bilim kurgu öyküsüne benzeyen kısa ama temel girişten sonra Mısır'ın ölüm ve ölüm ötesiyle ilgili inançlarım daha iyi anlayabiliriz.
Simdi ölüme doğru yol alalım...


Eski Mısır'da ölüm ve ötesiyle ilgili kaynaklar Piramit ve Tabut yazıtlarıdır, bütün bunlar "Ölüler Kitabi" denen ölüm, ölüme geçiş ve ölümden sonra yasamla ilgili kuralları ve düzeni anlatan bütün bir bilgi veya inanç sisteminin parçalarıdırlar. Mısırlılar ölümden sonra yeniden dirileceklerine inanırlardı, Osiris'in yeniden dogması ve onun kişiliğinde simgelenen KIŞ ve BAHAR örneklerindeki gibi. İnsan, beden ve ruhtan oluşuyordu, her ikisi de ölümden sonra ebedi olarak kalabilirdi, yeter ki ölümden sonra insan Osiris'in önünde günahlarını bağışlatsın ve saf olarak cennette kalabilsin. Osiris, insanin kalbini bir tüy ile tartarak samimiyetini ölçerdi, eğer ölü insan bu ölçümde basarisiz olursa aç, susuz ve güneşsiz olarak ebediyen mezarında kalırdı. Osiris'in sınavlarından başarıyla geçebilmek için bazı yöntemler uygulanırdı, örneğin mezarlara yiyecek ve tanrıları sevindirecek tılsımlar konurdu. Ayrıca, balık, yılan, hamamböceği gibi böcekler rahipler tarafından kutsanarak ölüye yardımcı olurlardı. Ama en önemlisi, "Ölüler Kitabı"nın satın alınıp mezara konmasıydı. "Ölüler Kitabı", ölüm rahiplerinin yazdıkları dua ve yöntemlerle, Osiris'i sakinleştirecek ve hatta aldatacak önerilerle doluydu. "Ölüler Kitabı" örneklerinden yüzlercesi papirüs rulolar halinde mezarlardan çıkarılmıştır ve en eskileri Piramitler Dönemi'ne aittir, yani M.Ö. 2500'lere. Mısır inançlarına göre tüm bilgiler veya bilim, bilge tanrı ve yazman Toth tarafından yazılmıştır. Bugün dâhî bâzı mistik-pagan çevreler, Tarot Kartları'nın kökeninin Toth kültünden kaynaklandığına inanırlar.

Tüm bu yöntemlerin sonucunda ölen bir insan, öteki dünyada yasamak için hak kazanabilir, günahlarını affettirebilir, istenilen yasama kavuşurdu. İlginçtir tüm Eski Mısır ölüm inançlarında ahlaki öğütlere pek rastlanmaz, rahipler halkın dinsel törenleriyle uğraşırlar ama genelde onların ahlaki düzeyi ile uğraşmazlardı. Ölüler Kitabı'nda eğer rahipler çözüm getirdiyse, iyi ve ahlaklı biri olmanın pek üzerinde durulmaz. Sihir ve büyü Mısır inançlarında çok etkin ve yaygındır, Firavun'un özel büyücü ve sihirbaz danışmanları vardı, özetle Mısır dini tüm zengin öğelerine rağmen, ahlaki bir öğreti içermediği veya ruhsal eğitmeyi içeren bir yaklaşımda bulunmadığı için kutsal bir kitaba sahip değildir, bilindiği kadarıyla dinsel metin olarak ortada sadece "Ölüler Kitabı"nın bölümleri vardır. Ama "Ölüler Kitabı"ndan örnekleri görmeden önce bir dönem Mısır'ı etkileyen dinsel reformu unutmamak gerekir. Reformun babası MÖ 14.Yüzyıl'da yaşayan IV.Amenofis'ti, bu Firavun Moneist bir temeli olan ve yaratıcı ilah Aton'un dışında tüm tanrıları reddeden yeni bir dini kurdu. IV.Amenofis, tahta geçtiğinde rahip sınıfının gücünün krallıktan fazla olduğunu ve yönetimi ellerinde tuttuklarını fark etti, bundan kurtulmak istemişti, bir başka kaynağa göre ise Firavun, bir güneş rahibi olan amcasının etkisindeydi. önce başkenti Orta Mısır'a Amarna'ya taşıdı, Amarna'ya "Aton'un Ufku" anlamına gelen "AknetAton" adı verildi, sonra Amon'un büyük rahipliği makamını kaldırdı ardından Teb'de isyan çıktı ama ordu bastırdı, IV.Amenofis kararlıydı. Yeni dinin esaslarını belirledi ve mistik şiirler yazdırdı, inancın temelinde yalana karsı gelerek gerçeğe ulaşma düsturu vardı ve Tek Tanı'ya olan sevgi derin duygularla anlatılıyordu; mezar taşlarında "Ey. biricik Allah senden başkası yoktur." yazıları bulunmuştur.

"Ölüler Kitabı"nın anlamını iyi bilen ruh, Evrenin Büyükleri'ne meydan okuyabilirler ve hakimlerin karşısına korkmadan çıkabilirler. Her ölünün ruhunun tartılışı adli korkunç sınavda savunma yapabilecekler, Osiris'in önünde yeri öptükten sonra ruhlarını pisliklerden koruyacaklar. Çünkü ruh hem bir kadının karnından çıkarken, hem de yaşamı süresince kapıldığı tutkular yüzünden kirlenmiştir ve ruh bedeninin kirlendiğini hisseder. Ancak "Ölüler Kitabı"ndaki dua ve formüller sayesinde ruh Ra'nın ateşinde tutuşmadan, 42 hakimin önüne çıkmaktan korkmayacaktır. 42 hakimin her birisi, Mısır'ın bir bölgesin! ve 42 günahtan birisini temsil ederken ölüyü sorgularlar, ölü o anda Thoth'un önünde yanlışları itiraf etmelidir, Thoth gizlilerin sahibidir, bilinmeyen bir nedenle bir şebek olarak resmedilir. Peki ölü ne diyecektir veya nasıl olmalıdır? Thoth ve çakal kafalı tanrı Anubis teraziyi dikkatle izlerlerken ölü, insanlara karsı günah işlemediğini, mevkilere saygılı olduğunu, tanrıları kızdıracak bir şey yapmadığını, öldürmediğini ve öldürmek için emir vermediğini, kimseye acı çektirmediğini. tapınaklardan bir şey çalmadığını. kimsenin toprağını çalmadığını. hileli tartı kullanmadığını, tanrıların kuşlarını ve kutsal göllerin balıklarını çalmadığını doğru olarak söyleyecek ve kendini temize çıkaracak.

Tanrıların yazıcısı olan Thoth ve mezarlıktan koruyan Anubis, ölüyü dinledikten sonra teraziye bakacaklar ve eğer Thoth terazinin iki kefesinin dengede olduğunu yazabilirse. kefenin birisinde ölünün vicdaninin ve iradesinin simgesi olan kalbi, diğerinde ise Maat'ın yani gerçeğin tüyü vardır, yani gerçek tüy kadar hafiftir. O zaman ibiş kuşu kafalı Thoth, ölüler tanrısı Osiris'e dönecek ve ölünün kalbinin doğru olduğunu ve kalbin tüyden ağır olmadığını söyleyecektir. İşte o zaman ölü, ebediyen istediği yerlere gidebilir, canlıların arasına,yerin altına, Samanyolu'nun derinliklerine... artık o bir ölü değildir ,ölümsüzlerle beraberdir,bulunduğu yerde yiyecek tarlaları vardır.incir ağaçlarının gölgesinde serinliği tadacaktır ve tanrıçaların sütünden içecektir. Bu arada kötülerin yerini de görecektir, orada kendi iç organlarını yiyen krallar, işkenceci tanrılar, kafaları kesik ama vücutları olan belleksiz ruhlar vardır". Ama o onlardan uzaktır ve ışık ruhların arasında. ebediyen yükselmiştir, İncil'de yazdığı gibi; "..onlar cennette ışık saçan yıldızlar gibi olacaklar"dır.


"Ölüler Kitabı"ndan bazı bölümlerdi bunlar, aslında tümü Mısır'ın gizeminden ancak birkaç damlası. Böylesine garip bir uygarlığın bir diğer örneği tarihte yoktur. Yunan uygarlığının temelinde Mısır yatar, tarihte bu kadar etkin iki kültür aktarımı daha vardır ama sonraki yüzyıllarda, bunlar Yunan biliminin İslam Dünyası'na, İslam kültürünün ise Bati Avrupa'ya aktarımıdır. Başta söz edildiği gibi, Mısırlılar'ın matematik bilgisinin incelenmesi hayal kırıklığı yaratmıştır çünkü günümüze kadar ulaşabilen dev yapıtlar inşa edebilmişlerdi fakat buna karşın TIP bilgileri şaşırtıcı düzeydedir. Öte yandan Eski Mısır'da Mezopotamya'da olduğu gibi, Astroloji yoktur, yerinde Astroaltri yani gök cisimlerinin tanrı kabul edilmesi vardır. Onlar, gök olaylarını dinsel bir çerçeve içinde görüyorlardı. Ayrıca, göklerde şaşmaz bir düzenin bulunduğuna, görünümler değişse bile temelde bir kararlılığın bulunduğu inancındaydılar. Ama bu inanç mitoloji ve masallarla örülüydü ve bu yüzden Mısır astronomisi ayinlerle, dinsel törenlerle iç içeydi. Çok dindardılar, din islerinin aksamaması için çok özen gösteriyorlar, zamanın akışına anlam veriyorlardı. Onlara göre zaman bitimsiz olduğu için, daima yeniden, yeri bastan yaşanıyordu. Günleri uğurlu veya uğursuz diye ikiye ayırırlardı, her zaman dilimi için sihir formülleri vardı, hareketlerini buna göre yönlendiriyorlardı. Geceye benzettikleri ölüm sonrasında, ruhların kendilerini düşmanlarından koruyabilmeleri ve davranışlarını düzenleyebilmeleri için dünyasal görevlerini doğru zamanlarda yerine getiriyorlardı. Salt bu yüzden mezarlıklarda lahit kapaklarının içlerini köşegensel yıldız saatleri resimleriyle süslediler.
Mısır, ünlü bir gezginin söylediği gibi anlatılması değil, gezilip görülmesi ve hatta yaşanması gereken bir yerdir. Giza Piramitlerini, Teb'i. Karnak ve Luksor'u ve de müzelerdeki göz kamaştıran eserleri yakından görmeden günümüzden binlerce yıl önce yaşamış olan bu insanları anlamak mümkün olmaz. Belki de böyle bir görsel asamadan sonra, Mısır'ın gizemi, "Ölüler Kitabı"nın içyüzü ve diğer bilinmeyenler aydınlanabilir.
Define Nedir ve Nasıl Aranır?
Define: Toprak altına gömülerek saklanmış para veya değerli şeyler, gömü. (TDK)

Definecilik ve arkeolojide kazıya başlamadan önce ilk çalışması yüzey araştırması yapma ve bulduğu bulguları değerlendirme işidir. 

İnsanlar yaşadıkları topraklarda iz bırakırlar, orijinal doğaya yapılan her bir müdahale bir iz bir tabaka oluşturur.Bu tabakaların üzerinde ne kadar zaman geçerse geçsin orijinal doğaya göre farklılık oluşturur. Bu farklılıklar aşağıda anlattığımız şekillerde anlaşılır. 

müdahale edilmiş ve orijinali bozulmuş tabaka üzerinde yetişen bitki boyları sap kalınlıkları, köklerin kalınlıkları orijinal tabii katmana göre farklı olur. yumuşaktır kolay ve rahat kazılır. Yine insanlar tarafında müdahale edilmiş kayaların yüzeylerinde oluşan yosun tabakası açık renkli ve gençtir.

Şahıs gömüleri ve kaya mezarları direkt olarak kaya içine yapıldığından kayaların yüzeyinde oluşan farklı tabakaları titizlikle incelenmelidir. bu tür yerlerin sonrada kapatılan kaya etrafında kirli beyaz yada yeşilimtırak renkte bir katman oluşur. 

Yer altına gömülen muhtelif maddenler (altın hariç) zaman içinde yanar ve olarak gaz oluşturur, bu gaz yer yüzüne çıkmak için üst katmanları zorlar ve katmanın zayıf noktasına sızarak atmosfere dağılır, bu tür gazın sızdığı yerde bitki tabakası farklı olur, ya ot yetişmez, toprak yapısı çorak gibidir, ya erken sararır, erken kurur kurumasa bile renkleri sarıya yakın yeşillikte olur. 

Kışın karın lapa lapa yağdığı zaman yüzeysel araştırma yapmak çoğu zaman başarıya götürür.Toprak yüzeyine sızan gaz karın erken erimesine yada kar tutmamasına neden olur. kar tutsa bile kendi çevresine göre geç tutar erken erir, 

Doğal tabakaya göre farklılık oluşturan her bir tabaka bulgu birer ip ucudur, bu ip uçlarının sağlıklı bir biçimde değerlendirilmesi gerekir. 

Görüldüğü gibi definecilik kolay bir iş değil, bilgi tecrübe ve titiz bir çalışma ister, bu nedenle araştırma yapılan alanlar üzerinde orijinal doğaya aykırı olan, insanların müdahalesi sonucunda oluşan katmanlara odaklanmalıdır.
Türkiye'de Sualtı Hazineleri

Türkiye'de Sualtı Arkeolojisinin Geleceği Bu kitabın sayfaları arasında izlediğiniz gibi, dünyanın en önemli sualtı arkeolojik kazıları bizim sularımızda gerçekleşmiş olup bilgi ve değer açısından paha biçilmez eserler de bizim denizlerimizden çıkarılmıştır. Bu çalışmalar sonucu Bodrum Müzesi dünyanın en önemli sualtı müzesi olmuş, Bodrum sualtı arkeolojisinin odak noktası haline gelmiştir. Yirmi yılı aşkın bir süredir gerçekleştirmekte olduğumuz araştırmalar sonucu yüzün üzerinde batık alanları tespit edilmiş, bunlar kaydedilerek Kültür Bakanlığı arşivlerinde yerlerini almışlardır. Bu çarpıcı tabloya rağmen bence bu sadece bir başlangıçtır. Anadolu tarih boyu medeniyetlere kucak açmış, denizlerimiz de medeniyetler arası ilişkiler için bir köprü görevi görmüştür. Enstitümüzün Bodrum'daki yeni merkezi, Türkiye için büyük gelecek vaad eden TINA'nın faaliyetleri denizlerimizdeki araştırmalara büyük ivme kazandıracaktır.

Bu arada Türkiye'de sualtı arkeolojisini bekleyen tehlikeler de mevcuttur. Dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye'de de bilimsel sualtı araştırma sonuçlarından rahatsız olanlar vardır. Bilhassa batık tespit çalışmalarından, bu çalışmalar sonucu kıymetli tarih kalıntılarının kaydedilmesi ve korumaya alınmasından bazı çevreler olumsuz etkilenmekte ve bu çalışmaların durdurulması için çaba göstermektedirler. Arkalarında büyük maddi güçlerin de bulunduğu bilinen bu grupların varlığından Kültür Bakanlığı haberdardır. Kamuoyunun ve Kültür Bakanlığı'nın sualtı arkeolojisini ve tarihi buluntuları bekleyen tehlikeleri biliyor olmaları, bu grupların amaçlarına ulaşmalarını engelleyecektir. Ancak yine de, her sualtı araştırmacısının bu tehlikenin farkında olması ve küçümsememesi gerektiğine inanıyorum.


Birçok batık kazılıp sayısız antik geminin yeri tespit edilmiş olmasına rağmen sularımızda halen keşfedilmeyi bekleyen kıymetli sualtı kalıntılarının olduğu kesindir. Ne yazık ki son yıllarda süngerlerin hastalanması ve mesleğin zorluklarından dolayı süngercilerin deniz turizmi gibi başka dallara kayması sonucu bizleri batıklara yönelten en önemli kaynağı kaybetmiş bulunuyoruz. Ayrıca şimdiye kadar yoğun bir şekilde devam ettirdiğimiz araştırmalarda, sahil şeridine yakın, dolayısıyla bulunması nispeten kolay olan batıkların büyük çoğunluğunu tespit ettiğimizden, artık daha derinlere inmek, daha zor batıkların peşinde koşmamız gerekiyor. Bu da yeni ve verimli teknolojiler üretmemizi şart koşuyor. Üzerinde çalıştığım bir proje, sualtı arkeolojisi için özel bir ROV'ı (Remote Operated Vessel - Uzaktan kumandalı robot) konu alıyor. Bu cihazla, derinliğinden dolayı dalgıç indirmenin riskli veya imkânsız olduğu açık denizlerde rahatlıkla incelemeler yapılabilecektir. Ayrıca şu anda üzerinde çalıştığımız başka bir projenin sualtı kazıları açısından çığır açması bekleniyor. Sualtı araştırmalarına harcanan zamanın yarıdan fazlasını, ölçüm ve haritalama çalışmaları almaktadır. Oysa bu proje dahilinde geliştirilen yeni yöntemle, sualtı araştırmaları için gerekli olan bütçe, zaman ve ekip yarıya inecektir.

Türkiye'de sualtı arkeolojisinin geleceğini etkileyecek en önemli faktör insan faktörüdür. Evet, denizlerimizde çok önemli kazı ve araştırmalar gerçekleşmiştir, fakat bunlar bir avuç insanla oluşmuştur ve bu insanlar, kabul etmesi ne kadar güç de olsa, bu satırların yazarı da dahil olmak üzere, yaşlanmaktadır. T.I.N.A.'in ilk etkinlik olarak bir Türk öğrenciye mali destek vererek faaliyetlerine başlaması son derece sevindiricidir. Bu konuda en büyük görev bir müze müdürü olmasına rağmen Türkiye'de sualtı arkeolojisinin nabzını elinde bulunduran Oğuz Alpözen'e düşmektedir. Bodrum Sualtı Müzesi harikasını yaratan Alp özen 'insan eseri' yaratmaya yönelmelidir. Aksi takdirde büyük heyecanla tutuşturmuş olduğu meşale kendisinden sonra sönmeye mahkum olacaktır.

Sualtı Arkeolojisinin geleceği son derece parlak görünüyor. Her kültürel faaliyet gibi başarı için önemli bir etken olan maddi destek konusunda ilerlemeler kaydediliyor. Şimdiye kadar tamamen yurt dışı kaynaklarından sağladığımız maddi desteğin hiç olmazsa bir kısmının Türkiye'den sağlanabileceğine, Yapı Kredi Kültür Sanat A.Ş.'nin bu yayınla verdiği ilk desteği diğer kuruluşların devam ettireceklerine inanıyorum. Ne olursa olsun, 'Denizlerimizdeki Tarih', gelecek nesillere bırakacağımız kültür miraslarımızın başında yerini alacaktır.
UZAY ÇALIŞMALARININ TARİHİ GELİŞİMİ
   Uzay çalışmaları Yer atmosferinin dışından insanlı ve insansız uzay araçlarıyla yürütülen araştırmalardır. Daha çok gelişmiş ülkelerin yürüttüğü uzay araştırmalarının genel amacı; temel bilimlerin ve teknolojinin de itici gücü ile uzayda doğal olayların ölçülmesi, bilinmeyenin araştırılması, bilginin genişletilmesi. Yer dışında insanlığa yararlı olabilecek kaynakların bulunmasıdır. Genel itici güçler arasında ulusal itibar, ulusal güvenlik, bilimsel merak sayılabilir, özel amaçlar ise yer altı ve yer üstü kaynaklarının bulunup incelenmesi, denizlerden yararlanma, meteoroloji (hava tahminleri), iletişim (haberleşme) ve enerji gibi sorunlara yer atmosferi dışından yanıt aramaktır.Uçma ve uzaya çıkma fikri çok eskidir, iranlıların, Hintlilerin ve Çinlilerin efsaneleri uçan adamlarla doludur. Atmosfer varlığının kanatlı uçuşlar için gerekli olduğu, atmosfer olmazsa kanatlı uçmanın mümkün olmadığı çok sonra ancak 16. yüzyılda öğrenilmiştir, örneğin; Ay’a kadar kanat takıp uçmak öncelikle arada atmosfer olmasını gerektirir. Halbuki yer atmosferinin kalınlığı Ay uzaklığının ancak on binde birini kapsar. 17. yüzyılda Ay’a yolculuk üzerine bilim kurgu hikâyeleri yazılmaya başlanmıştır. Bunlardan bazıları roket kullanımını da öngürüyordu. Çünkü o zamanlar roket denebilecek âletler savaşlarda kullanılıyordu, ilk roket muhtemelen 13. yüzyıl başlarında Çinliler tarafından keşfedilmiştir. 1232 de Çinlilerin bir savaşta yakıtı barut olan roketler kullandığı bilinmektedir. Barut yakıtlı ilk roketlerin yapımı Avrupada da öğrenildikten sonra roketlerin askerî amaçlarla savaşlarda kullanımı yaygınlaşmıştır. Bu arada zamanla barut yakıtlı roketlerin güçleri menzilleri, ağırlıkları ve hedefe ulaşımda güvenilirlikleri oldukça geliştirildi, ikinci Dünya Harbi’ne kadar roketler sadece patlayıcı maddeleri uzak hedeflere fırlatma amacıyla kullanıldı. Ancak bu arada, roketlerin başka amaçlarla da örneğin, uzay uçuşlarında kullanılabileceği öğrenilmişti.


  Uzay çalışmalarının bugünü ve geleceği   Uzay araştırmalarını beş ana grupta toplamak mümkündür. Bunlar: (1) bilimsel amaçlı programlar, (2) haberleşme pogramları, (3) Yer’i gözleme amaçlı programlar, (4) uzay taşımacılığı programları, (5) uzay istasyonu kurma programlarıdır, özellikle ABD ve Rusya’nın Dünya’yı gözleme programları daha çok askeri amaçlıdır. On üç üyesi olan Avrupa Uzay Ajansı ESA’nın uzay araştırma programlarında ise askerî amaçlı hiçbir uzay çalışmasına yer verilmemektedir. Bu bakımdan NASA’nın askerî amaçlı deneyleri NASA ve ESA’nın ortak geliştirdiği uzay araştırmalarında sorun olmaktadıdr. NASA’nın ESA, Kanada ve Japonya ile ortaklaşa kuracağı uzay istasyonu bu yüzden yıllardır kurulamamıştır. Bilimsel amaçlı uzay araştırmaları plâzma fiziği, astrofizik gibi bilim dallarında temel bilginin gelişimini sağlayan, evrendeki fiziksel olayların anlaşılmasına ışık tutan, ancak ülkelerin ekonomisine hemen doğrudan katkısı olmayan uzun vadede kârlı yatırımlardır. Çünkü teme! bilimlerdeki bilgi birikimi, toplum sorunlarının çözümünde ilk başvurulan kaynaktır. Haberleşme ve Dünya’yı gözleme amaçlı uzay çalışmaları araştırmadan çok, doğrudan hizmet çalışmalarıdır. Haberleşme uyduları kıtalar arası telsiz- telefon görüşmelerini etkin bir şekilde mümkün kıldığı gibi, radyo ve televizyon yayınlarının uzak mesafelere aktarılmasını sağlarlar. Dünya’yı gözleme amaçlı uzay çalışmaları ise, askerî ve meteorolojik gözlemler yanında; tarım, madencilik ve çevre amaçlı gözlem programlarını da içerir.

Güneşe uzaklığı: 107.3 107.5 107.8 Mio km
Yörüngesel dışmerkezlilik: 0.007
Yörüngesel eğiklik: 3.4 0
Eksensel eğiklik: 178 0
Çap: 12.104 km
Kurtulma hızı: 10.3 km/sn
Kütle: 0.815 (Yer = 1)
Hacim: 0.86 (Yer = 1)
Yoğunluk: 5.25 (su =1)
En yüksek kadir: 4.4
Dolanım süresi: 224.7 gün
Eksensel dönme: 243.16 gün
Kavuşum dönemi: 584 gün
Uyduları: Yok

Gözlem koşulları:

Güneşe en yakın gezegendir. Çıplak gözle görülebilmesi ancak güneş ufkun hemen altında
Güneş, Güneş Sistemi'nin merkezinde yer alan yıldızdır. Orta büyüklükte olan Güneş tek başına Güneş Sistemi'nin kütlesinin % 99,8'ini oluşturur. Geri kalan kütle Güneş'in çevresinde dönen gezegenler, asteroitler, göktaşları, kuyrukluyıldızlar ve kozmik tozdan oluşur. Günışığı şeklinde Güneş'ten yayılan enerji, fotosentez yoluyla Dünya üzerisindeki hayatın hemen hemen tamamının varolmasını sağlar ve Dünya'nın iklimiyle hava durumunun üzerinde önemli etkilerde bulunur.

Venüs de Merkür gibi gökyüzünde Hep Güneş’le aynı tarafta bulunur; ancak o ve Güneş arasındaki açısal uzaklığın 47 dereceye kadar çıktığı olur. Yani bu, Venüs’ün günbatımından sonra veya gündoğumundan önce, beş buçuk saat kadar görülebildiği zamanlar olduğu anlamına gelir. Bu durumda onu, karanlık zemin üzerinde muhteşem bir şekilde parıldarken görebiliriz. Eskilerin ona Güzellik Tanrıçası’nın ismini vermiş olmaları hiç de şaşırtıcı değil doğrusu.

Ama ne yazık ki teleskopla bakıldığında hayal kırıklığına uğranır, çünkü gerçek yüzeyi kalın ve bulutlu atmosferinin arkasında kalır. Venüs üzerinde Mars’taki gibi sert ve keskin izlerin olmayışı dikkat çekicidir. Üstelik Dünya’ya en yakın olduğu zaman yani iç kavuşum konumundayken karanlık yüzü bize dönüktür. Bu durumda çok nadir olarak gerçekleşen geçişler dışında onu göremeyiz bile. Dolun olduğu zamanlarda ise Güneş’in öteki tarafındadır; Güneş’in arkasındayken onu görebilmek gibi bir durum söz konusu bile değildir tabii ki. En parlak olduğu an güneş ışığı alan yüzünün yüzde otuzunun bize dönük olduğu zamandır. İdeal koşullar altında keskin gözlü insanlar hilâl aşamasındaki evreyi görebilirler tabii ki iyi bir dürbünle son derece kolay görülür.

Venüs’ün evreleri uzun bir süredir biliniyordu. Galelio, 1610 evrelerle ilgili kayıtlar tutmuştu. Zaten Venüs’ün hareketleri kesin bir şekilde biliniyor olduğundan evreler tahmin edilebilirlerdi. Ama ilk olarak 18. yüzyıl sonlarında enerjik Alman gözlemci Johann Schörter’in kuram gözlem nadiren çakışır. Schörter, dikotomi evresini, yani Venüs’ün tam yarım daire olduğu zamanı dikkatle ölçtü. Sonuçlar son derece şaşırtıcıydı. Venüs akşamları görüldüğünde yani küçülürken, dikotomi hep erken; sabah ortaya çıktığındaysa yani evre büyürken de hep geç oluyordu. Üstelik bu zıtlık bir görünüşten diğerine değişiyordu. Hiç kuşkusuz bunun sorumlusu Venüs’ün atmosferidir. Amatörlerin bu konuda yapacakları çalışmalar son derece ilginç olabilir. Venüs’ün atmosferi ilk olarak 1761yılında Rusya’nın ilk ünlü gökbilimcisi sayılan M.V. Lomonsov tarafından bulunmuştur. Venüs’ün, Güneş’in tam önünden geçtiği o yıl, Lomonsov, gezegeninin kenar çizgisinin kabarık göründüğünü farketmişti. Çok iyi ifade ettiği bu durum, oldukça kalın bir atmosferin varlığını gösteriyordu.

Venüs’ün geçişleri çıplak gözle bakıldığında son derece ilginç görünür, daha doğrusu görünürmüş, çünkü geçişlerin en sonuncusu 1882 yılında gerçekleşti. Geçişler, aralarında sekiz yıl olan çiftler şeklinde görülür, bir sonraki çifte kadar bir asırdan fazla zaman geçer. Sözgelimi 1874 ve 1882’de gerçekleşmiş olan geçişler, 2004 ve 2012 yıllarında gerçekleşecek olanlar izleyecektir.



21 Kasım 2014 Cuma

Besmele

Hz. Ali (ra) buyurdu: “Besmelenin harflerini sayın ve sonunda zamanın bitmesini ve Mehdinin çıkmasını bekleyin. Ona uyarak selameti bulun.”

Beyazıd-ı Bistami (ks) buyurdu: “Besmelenin harflerinin sonu Mehdinin çıkma vaktidir.”


Zaman Besmele'nin harflerinin sonuna geldiğinde Mehdi çıkacaktır. (Ramuz, 2:676)


Bilindiği gibi besmeleyi oluşturan kelimeler şunlardır: "bismi-llāhi r-raḥmāni r-raḥīm". Son kelime olan Rahim sıfatı, Allah'ın son yurt olan ahirette müslümanlara merhamet edeceği anlamına gelir.Aynı zamanda  rabbimizin ahirzamanda (son zamanda) beklenen Hz. Mehdi aracılığı ile Müslümanlara merhamet edeceğine de işaret eder.

Besmelenin son harfi olan "mim" asıl ebced değeri 40'ı işaret eder. Bilindiği gibi Mehdi kelimesi, Arapçada "mim" ile başlar ve hadislerin doğrulaması ile 40 yaşında çıkar.

رحيم kelimesini ebced hesaplarına göre incelediğimizde 2016 sayının çıkması dikkatlerden kaçmayacaktır.


Hz.Ali (r.a.) Besmelenin harflerini sayın ve sonunda zamanın bitmesini ve Mehdinin çıkmasını bekleyin. Ona uyarak selameti bulun. Hz. Ali, "zamanın sonunda zamanın bitmesini" derken 2016 yılının bitmesini belirtmiştir. Sonuç olarak, Hz.Mehdi'nin çıkışını 2017-2018-2019 yıllarında beklemek gerekir. 

Hz.Mehdi öncesinde son dakika alametlerinin başlangıç yılı olan 2016 yılına işaret eden farklı bir makalemiz de mevcuttur. 

20 Kasım 2014 Perşembe

   Uzay

   Uzay, Dünya'nın atmosferi dışında evrenin geri kalan kısmına verilen isimdir. Uzay'ın sınırları asla kesin değildir ve Uzay hep büyür. Atmosfer ile uzay arasında kesin bir sınır bulunmamaktadır, fakat Dünya'nın atmosferi yukarı doğru çıkıldıkça incelmektedir. Uzayda milyonlarca gökada bulunmaktadır. Bu gökadalar içinde milyonlarca güneş sistemleri, gezegenler ve gök taşları bulunmaktadır.



    Uzay çok eski dönemlerden beri insanların büyük ilgisini çekmiş, sonu olup olmadığı; varsa, sınırlarının nereye kadar uzandığı bilginleri ve felsefecileri yakından ilgilendirmiştir. Uzayda yer alan gökcisimlerinin incelenmesi, bunların hareketlerinin diğer gökcisimlerinin davranışlarına yaygınlaştırılması, uzay hakkında çok az da olsa kimi fikirlerin ortaya atılmasını sağladı. Çağlar geçtikçe insanların daha güçlü teleskoplarla uzayı incelemesi uzay hakkındaki bilgileri artırdı. Uçan cisimlerin ortaya çıkmasıyla Dünya'yı çevreleyen yakın uzay hakkındaki bilgiler, daha da artmaya başladı. Nihayet, güçlü füzeler, yapma uydular, Ay'a insanlı ya da insansız araçlar gönderilmesi, Güneş Sistemi içinde yolculuk yapacak yapma uyduların geliştirilmesi, çok güçlü radyoteleskoplarla uzayın derinliklerinin araştırılması, 20. yüzyılın ikinci yarısında insanlığın uzay hakkındaki bilgilerini önemli ölçüde genişletti. Bu arada teorik fizik ve astronomi konusunda devrim yapacak görüşler ortaya atan Einstein gibi bilginlerin uzay konusunda ortaya attıkları pek çok kuram, gözlemcilerin uzay üzerine verdikleri bulguların mantıklı bir şekilde açıklanmasını sağladı. Uzay konusundaki ilk sağlam bilgiler, 19. yüzyıl sonu ile 20. yüzyıl başında, özellikle kuzey ülkelerinde kurulan gözlemevleri sayesinde alındı. ABD'nin Kaliforniya eyaletinde bulunan Palomar Gözlemevi, Dünya'da mevcut gözlemevlerinin en büyüğüdür. Buradaki aynalı teleskopun çapı 5 m., yüksekliği 40 m.dir. Bu gözlemevlerinde uzaydaki gökcisimlerinin kütlesi, hacmi, ışığının şiddeti vb. incelenmektedir. Uygulamalı fiziğin geliştirdiği tayf (spektrum) analizi, uzaydan gelen ışıklardan, cisimlerin hangi elementlerden oluştuğunu göstermektedir. 1932'de K. G. Jansky adındaki bir mühendisin rastlantı sonucu bulduğu uzaydan gelen radyo yayınları, daha sonraki yıllarda radyoteleskopların doğmasına ve uzayın derinliklerinin dinlenmesine, bu radyo yayınlarının kaynaklarının ve nedenlerinin bulunmasına yol açtı. II. Dünya Savaşı sırasında Almanların geliştirdiği V-1 ve V-2 füzeleri daha sonraki yıllarda uzayın keşfi için yapılacak çalışmalarda büyük bir adım oldu. 1947-1956 yılları arasında özellikle ABD, uzay çalışmalarına büyük hız verdi. Yapılan uzay uçuşu denemelerinin hiçbiri bir uzay aracını yörüngeye oturtmayı başaramadı. Bu arada SSCB, 1957 yılında üç kademeli Vostok füzeleri ile "Sputnik" adındaki ilk yapma uyduyu Dünya çevresinde yörüngeye oturtarak uzay yarışında öne geçti. Uydulardan elde edilen uzay üzerine bilgiler, canlıların, özellikle insanların uzayda yaşayabilmeleri için hangi koşulların yerine getirilmesi gerektiğini ortaya koydu. Böylece uzay tıbbı doğdu ve gelişti. Uzayda ilk insan ise 12 Nisan 1961 tarihinde SSCB'nin uzaya gönderdiği Yuri Gagarin oldu. Bu arada, insanların uzay boşluğuna yerleşmelerini sağlamak, uzayı uzaydan izlemek, Dünya üzerinde haberleşme kolaylıkları sağlamak için binlerce uydu yörüngeye yerleştirildi ya da uzayın boşluğuna fırlatıldı. Nihayet 1969 Temmuzu'nda Ay'ın ABD'li astronotlar tarafından fethedilmesi, uzay çalışmalarında en önemi adımlardan biri oldu. Günümüzde uzay yarışı büyük bir hızla sürmektedir.



    
DÜNYA

Almanca kökleri Hiristiyanlık öncesi döneme dayanan, Almanca da Deutsch olarak adlandırılan gelişmiş bir dildir. Hint-Avrupa dillerinin Cermence koluna bağlıdır ve dünyanin yaygın dillerinden birisidir. Avrupa Birligi'nin resmi dillerinden biri ve en cok konusulanıdır. Özellikle Almanya, Avusturya, Lihtenşıtayn, Lüksenburg, İsviçre'nin büyük bölümü, İtalya'nın güney Tyrol bölümü, Belçika'nın dogu kantonları, Polonya ve Romanya'nın bazı bölgeleri
Fransızca Hint-Avrupa dillerinden, Fransa ve Fransız uygarlığının etkilediği toplumlar tarafından kullanılan dil,
İngiltere kökenli bir dil olan İngilizce ABD, Avustralya, Yeni Zelanda, İrlanda, Güney Afrika ve Kanada gibi pek çok ülkede ana dil olarak kullanılıyor. İngilizce 380 milyon kullanıcısı ile dünya üzerinde en çok konuşulan 3. dildir. (Çince ve Hintçe'den sonra)
 Güneş ve uyduları ile birlikte gezegenler, kuyruklu yıldızlar ve meteor akımları da dâhil olmak üzere, onun etrâfında dönen gök cisimleri. Güneş ve güneş çevresinde dolanan gök cisimlerinden meydana gelir. Güneş sisteminde gezegen, uydu, kuyruklu yıldız ve meteor bulunur. Güneş sisteminin oluşumu ile ilgili en çok bilinen teori Kant-Lapslace teorisidir.
 Güneş ve uyduları ile birlikte gezegenler, kuyruklu yıldızlar ve meteor akımları da dâhil olmak üzere, onun etrâfında dönen gök cisimleri. Güneş ve güneş çevresinde dolanan gök cisimlerinden meydana gelir. Güneş sisteminde gezegen, uydu, kuyruklu yıldız ve meteor bulunur. Güneş sisteminin oluşumu ile ilgili en çok bilinen teori Kant-Lapslace teorisidir.


Özellikleri

Dünyanın toplam yüzey alanı yaklaşık olarak 510.2 milyon km2dir. Bu yüzölçümünün yaklaşık yüzde 70.8’i su ile ve 29.2’si de kara ile örtülüdür. Kıtalar daha ziyade kuzey yarım kürede toplanmıştır. Coğraf kuzey kutup, okyanus ortasına; güney kutup ise, buzlarla kaplı Antarktika kıtasına rastlar.

Dünya kabuğu devamlı hareket halinde olup, radyoaktif maddelerin reaksiyonu ile meydana çıkan ısı neticesi devamlı dışarı itilir. Bu kuvvet yer yer kırılmalar ve yeni toprağın yüzeye çıkmasına sebep olur. Yer kabuğu kalınlığı kıtalarda yaklaşık 35 km, okyanuslarda 4,8-6,4 km mesafeye ulaşır.

Yer kubuğunu 2900 km kalınlıkta ergimiş metal tabaka takip eder. En içeride 3.200 km çapında top biçimde iç kor kütle vardır. Dünyanın kütlesi 5,98X10 27 gram olarak hesaplanmıştır. Dünya kabuğunun analiz neticesine göre % 46’sı oksijen, % 28’i silikon, % 11’i kalsiyum, potasyum, mağnezyum ve % 8’i alüminyumdur.

Dünyanın etrafında dönüşü, metal kordan ötürü elektrik akımları doğurur. Bu elektrik akımlarının doğurduğu manyetik saha ise dünya üzerinde yaşayan canlıları güneş ve diğer yıldızların yaydığı zararlı parça radyasyonlarına karşı koruma görevi yapar. Manyetik saha yönü değişirse bu değişmenin dünya üzerinde yaşıyan canlıların çoğunun ölmesine sebeb olacağı, deniz dibi incelemelerinde bir zamanlar ölmüş olan hayvanlardan anlaşılmıştır. Kayaların incelenmesinden dünya manyetik saha yönünün değişmesinin 750.000 ile 7.700.000 senede bir tekrarlandığı anlaşılmıştır. Bugünkü durumun 730.000 sene önce yine aynı olduğu tahmin edilmektedir.


Yüzeyden merkeze tabakaları

Yer, yüzeyden merkeze doğru genel olarak üç tabakadan meydana gelir:
1. Litosfer (Taşküre)+ Kabuk:
Yerin üzerinde bulunduğumuz katı kısmıdır. Yüzeyden içeri doğru 33 m’de 1° sıcaklık artar. Yer kabuğu yaklaşık 35 km kalınlıktadır. Bu tabakada alüminyumlu silikatlar esas kütleyi teşkil eder. Ortalama yoğunluğu 2,5-3’tür.
2. Pirosfer (Ateşküre)-Örtü (Manto):
Kalınlığı 2.900 km’dir. Sima ve Nifesima diye iki tabakaya ayrılır. Merkeze doğru sıcaklığın kısmen artması sebebiyle bu tabakanın sıvı olması ileri sürülmüş, fakat faaliyette bulunan volkanlardan lavların alınması, deprem dalgalarının hızlarından yerin içinin sıvı olmadığı anlaşılmıştır. Mağnezyumlu silikatlar ve demirli elementlerin bulunduğu bu tabakanın ortalama yoğunluğu 3-5’tir.
3. Barisfer (Ağırküre)-Çekirdek:
Ağır madenlerden demir ve nikel bulunur. Ortalama yoğunluğu 11’dir. İç çekirdeğe kütle sebebiyle yapılan basınç 4 milyon atmosfere varır. Çelikten daha sert durumdadır.

Yer’in Dış Yapısı

Yerin etrafını atmosfer adı verilen Lui gaz tabakası sarmıştır. Eski Yunanca Atmos= nefes, sphere= küre, Atmosfer= nefes alınan küre, hava küre demektir. % 78,09 azot, % 20,95 oksijen, % 1’de su buharı, karbondioksit, hidrojen, helyum ve soy gazlar bulunduğu daha önce bildirilmişti. Atmosferin yoğunluğu yere yakın kısımlarda azalır.







YERDEN UZAYA DOĞRU TABAKALAR

YER KABUĞU

Yerkabuğu mantoya oranla daha hafif maddelerden oluşmuştur ve bu iki katman arasındaki geçiş bölgesi nerdeyse kesin bir sınır çizer. Bu geçiş bölgesi, böyle bir sınırın varlığını ilk kez saptayan Yugoslav bilim adamı Andrije Mohoroviçiç'in ( 1857- 1936) adıyla "Mohoroviçiç süreksizliği" kısaca " M-süreksizliği" ya da "moho" olarak anılır. Bu sınırın varlığını gösteren en önemli kanıt yerkabuğundaki deprem titreşimlerinin süreksizlik bölgesinden geçip mantoya ulaştığında bir denbire hızlanmasıdır.

Yer kabuğu
okyanusların ve denizlerin altında uzandığı zaman "okyanus kabuğu" , kıtaları oluşturduğu zaman'da "kıta kabuğu" olarak adlandırılır. Okyanus kabuğunun kalınlığı 6-8 km arasındadır. Oysa ortalama kalınlığı 40 kilometreyi bulan kıta kabuğu yüksek sıradağların altında 60-70 kilometreye ulaşır.

Okyanus kabuğu üç katmandan oluşur. En alt katman, yerin derinlerindeki erimiş maddelerin (
magmanın) katılaşmasıyla oluşan korkayaçlardır. Orta katman yanardağ lavrarından, üst katman ise temel olarak kum ve çamur gibi tortullardan oluşur. Okyanus kabuğu sürekli hareket halindedir. Bu nedenle kabukta okyanus sırtları boyunca çatlaklar oluşur ve bu çatlakların arasından yüzeye çıkan erişmiş maddelerin sertleşmesiyle okyanus kabuğuna yeni katmanlar eklenir. Bu yeni kabuk sertleşdikten sonra yılda 1 ile 10 cm kadar ilerliyerek yavaş yavaş okyanus sırtından iki yana doğru yayılır. Böylece okyanus sırtları suyun altında yüksek sırdağlar oluşturur.



1-Masonluk, tarih boyunca dünyanın hemen her köşesinde etkili olmuş, temelleri gizlilik üzerine oturtulmuş bir teşkilattır. Resmi olarak 18. yüzyılın başlarında kurulmuşsa da, fiilen yüzlerce senedir varlığını sürdürmektedir.
2-Masonik yayınlar masonluğun amacını “iyi ahlaklı ve erdemli insanlar arasında kardeşliğin kurulması, insanlığın hürriyet içinde fikri ve sosyal gelişmesi, olgunlaşması, gerçeği araştırılmasıdır” şeklinde açıklar.
3-Oysa herşey bundan ibaret değildir. Dünya çapındaki bu örgütlenme, bünyesine devlet adamları, politikacılar, düşünürler, sanatçılar, yazarlar ve toplumun önde gelen kişilerini almış; bu sayede, çoğu zaman, ülkelerin sosyal ve siyasal yapılarını kendi ideolojisi doğrultusunda yönlendirebilmiştir. Sayısız ihtilalin, ideolojinin, ekonomik ve sosyal doktrinlerin ve bunların uygulamalarının arkasında Masonluğun izlerini görmek mümkündür.
4-Masonları ifade etmek için kullanılan “Dul Kadının Çocukları” deyimi üzerinde bir çok arastırma yapılmıştır. Ortak fikir, masonluğun temellerinin dayandırıldığı ve Hz. Süleyman mabedini inşa eden Hiram Usta’nın dul bir kadının çocuğu oluşu üzerinde toplanmaktadır. (Çırak, Usta, Kalfa, s.106) Bu deyimin ne manaya geldiğini masonların ağzından ifade etmek için şu örnek yeterli olacaktır. “Dünyada ve Türkiye’de Masonluk ve Masonlar” kitabının yazarı İlhami Soysal’ın “Dul kadının çocuğuna yardım ne demek?” sorusuna ünlü mason Nazif Ekemen şu yanıtı vermiştir:”Bu masonik bir deyimdir. Masonlar her biri teker teker dul kadının çocukları sayılırlar. Dul kadın Üstad Hiram’ın anasıdır. Dolayısıyla, bir masonun yardım dileyen bir başka masona yardım etmesine dul kadının çocuğuna yardım denir. Bu bir zorunluluktur.”
5-Sembolizm, Masonlar için çok büyük önem taşır. Semboller kanalıyla açıkça ifade edilmesi mümkün olmayan pek çok mesaj, gizli bir şekilde anlatılır. Bu bir bakıma, yasadışı örgüt mensuplarının kendi aralarında haberleşmek için geliştirdikleri şifre sistemine benzer. Mason olmayanların farkına dahi varmadığı bir simge, Masonlar için değişik anlamlar taşır.
6-Sembolizmin kendileri için taşıdığı büyük anlamı Masonlar şöyle dile getirirler: “Masonlukta semboller, masonik ilkeleri daha iyi anlatmak, ritüellerin içerdiği aşılamaları ve öğütleri belleklere iyice yerleştirmek, bunların uzun ömürlü olmalarını sağlamak için kullanılırlar. Masonlukta sır olarak nitelendirilen şeylerin başında masonik işaretler, sözcükler ve simgelere verilen anlamlar gelir.” (Sözlük, Büyük Mason Mahfili Yayınları, s. 158.)
7-Yakin – Boaz Sütunları: Mason localarındaki Yakin-Boaz sütunları ve bunlarla ilgili bazı sırlar Mimar Sinan Dergisi’nde şöyle açıklanır:   “… mabedimize girelim. İki sütun arasında düzenli duruş ve işaret ile üstadı muhteremi selamlayalım… B ve J sütunları…Kutsal kitap, Tevrat 1. Krallar Bap 7 Ayet 21, BOAZ VE JAKIN kelimelerinin ilk harfleri…
Bu sütunlar aslında dış aleme aittirler, mabedin dışında telakki edilmeleri icap eder. Nitekim bu sütunlara gelinceye kadar, loca içinde olmamıza rağmen serbest yürürüz ve sadakat duruşunda değiliz. Bu sütunlar harici alemle iç alemimiz arasındaki hududdur.” (Mimar Sinan Dergisi, sayı: 17, s. 47.)
Söz konusu iki sütun Masonluğun temel sembollerindendir; aynı zamanda Mason localarının olmazsa olmaz dekorlarındandır. Yukarıdaki alıntıda belirtildiği gibi, J ve B harfleri masonluğun kuvvetle tesis, üreme ve çoğalma politikalarını sembolize etmektedir.
8-Üç Sütun: Mason locasında, girişteki sütunlardan ayrı olarak, üç sütun daha bulunur. Bunlar akıl, kuvvet ve güzelliği temsil ederler. Sözü edilen üç sütunun Kabbala’ya uzanan kökeni bir Masonik kaynakta şöyle anlatılır: “Akl-ü hikmet, Kuvvet ve Güzellik, İskoç ritine göre, Üç Sütun, Uzun karenin köşelerinde Gönye şeklinde olmalıdır: biri, güney-doğu açısında, diğeri güney-batıda, üçüncü de kuzey-batıda.
Yalnız bu üç sütunu Mabedin girişindeki iki Sütun ile karıştırmamak lazımdır. Bu üç sütunun adlarının Kabbal’in üç Sefirotunun adı ile aynı olduğu görülmektedir. Bilindiği gibi, İbrani Kabbal’i ilahi tezahürün özel bir ifade şeklidir. Sefirotlardaki Üç Sütun, Chochmah, Geburah ve Chesed’dir. Dördüncü bir Sütun, görüneni görünmeyene bağlayan Binah (yüksek zeka), maddeden kurtulduğu için, mevcuttur, fakat ölümlü gözlere gözükmez.” (Mimar Sinan Dergisi, sayı: 17, s. 47.)
9-Üçgen ve Göz: “Üçgen” Masonluğun önemli sembollerinden birisidir. Mimar Sinan Dergisi’nde üçgen üzerine şunlar yazılıdır: “Sembol’e örnek olarak “üçgen”, allegori’ye örnek olarak da “Hiram Efsanesi” gösterilebilir. Üçgen, operatif masonlar tarafından teslisin sembolü olarak kabul edilmiş ve böylece spekülatif masonluğa intikal etmiştir.” (Mimar Sinan Dergisi, sayı: 17, s. 47.)
Şunu da belirtmek gerekir ki üçgen sembolü çoğu zaman içinde yer alan bir göz sembolüyle birlikte kullanılır. Mason localarında ve eserlerinde yeralan ışık saçan üçgen içindeki göz simgesi dikkat çekicidir.Bu sembol Masonlara, kendilerine verilen sırları titizlikle saklamaları gerektiğini ve “göz”ün üzerlerinde olduğunu hatırlatır. Işık saçan üçgen içindeki göz sembolüne, görünüşte masonlukla alakası olmayan yerlerde de rastlamak olasıdır. Masonlar bunu, diğer başka sembollerle birlikte, güçlerini ve hakimiyetlerini vurgulamak amacıyla kullanırlar. Örnek olarak, 1 Amerikan Doları üzerindeki üçgen içindeki ışık saçan göz figürü verilebilir.
10-Gönye ve Pergel: Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Türkiye Büyük Locası’nın internet sitesinde gönye ve pergel sembolü hakkında şunlar yazar: “Genellikle Mason olmayanların da Masonluğun simgesi olarak bildikleri gönye ve pergel çok eski kaynaklara kadar gider. Bu birbiri üzerine yerleştirilen avadanlıklar sadece duvarcıların işaretleri değil, aynı zamanda en eski misterlerde bile bulunan ve çok yaygın sembollerdi. Örneğin Dürer’in Melankoli adlı tablosunda da bu sembolleri görmekteyiz. Bugüne kadar açıklaması yapılmayan bu tablodaki gönye ve pergel sembolünün çok eski zamanlardan gelen bir geleneğin devamı oldugu kuşkusuz.” (Semboller, Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Türkiye Büyük Locası, 2001,http://www.mason.org.tr/sembol.html. )
Bu sembolü Masonlara ait olan neredeyse her şeyde ve her yerde görmek mümkündür. Gönye ve pergelin kaynağı yukarıdaki alıntıda, “çok eski zamanlardan gelen bir geleneğin devamı” şeklinde geçiştirilmiştir. İşte bu geleneğin kökeni binlerce sene öncesine dayanan Hiram Efsanesi’nden başkası değildir. Masonlar Hiram Usta’nın kullandığı bazı inşaat aletlerini ve malzemelerini sembol olarak benimsemişlerdir; gönye ve pergel de bunların en başta gelenleridir.
11-Yıldız: Hemen her yerde karşılaştığımız yıldız figürü gerçekte bir Mason sembolüdür. Masonlar gerek altı köşeli yıldızı gerekse beş köşeli yıldızı yaygın olarak kullanırlar. Kendi kaynaklarında yıldız sembolünü şöyle yorumlarlar: “Evvela, 5 kollu yıldıza, yani ışık saçan yıldıza, Pentagrama dikkat edelim. Doğuda yer alan, içinde evrenin ulu mimarinin remzi olan G harfi ile. Bu yıldız, yenileşen insanın sembolüdür.” (Mason Dergisi, sayı: 37-38, s. 41.)
12-Güneş-Ay: Güneş ve ay sembolleri mason ritüellerinde önemli bir yer tutar. Bu sembollerin Masonluğa karşı olanları dağıtmak için kullanıldığı ve ayrıca disiplini sembolize ettiği bilinmektedir. Localarda güneş doğu tarafında, ay ise batı yönünde yerleştirilir. Bunların loca çalışmalarında ve ritüellerdeki önemi masonik kaynaklarda şöyle anlatılır: “Güneş, ay ve yıldızlar ilahi ve geometrik gerçekleri oluştururlar. Bu ilahi ve geometrik gerçekler loca çalışmalarında doğruyu süslerler.” (Mimar Sinan Dergisi, sayı: 60, 1986, s. 22.)
13-Tokmak: Hiram Usta’nın inşaat aletlerinden birisi olan tokmak sembolleştirilerek masonluğa alınmıştır. İlk Mason üstadı olarak kabul edilen Hiram Usta’nın, elinde mason tokmağı olan heykeline sıklıkla rastlamak mümkündür. Hiram Usta’nın bu heykeli diğer Masonik sembollerle beraber, Mason Mithat Paşa tarafından kurulan Ziraat Bankası’nın Karaköy’deki binasında da bulunmaktadır.
14-Güvercin: Güvercin figürü Masonlar tarafından bir sembol olarak kullanılır ve temsil ettiği anlam şöyle açıklanır: “Güvercin masonlukta Nuh’un habercisinin bir sembolüdür. Eski sembolizmde, güvercin saflığı ve masumiyeti temsil etti.” (“Brother George Washington’s Masonic Apron”, Grand Lodge of Pennsylvania, 2001,http://www.pagrandlodge.org/mlam/apron/index.html. )
15-Kartal: Kartal sembolü ülkeler ve firmalar tarafından sıklıkla kullanılan bir şekildir. Bunlar arasında en çok tanınanı Amerika Birleşik Devletleri ile ilgili olandır. Kartal, 18. yüzyılda Birleşik Devletler’in ulusal kuşu olarak ilan edilmiştir. Günümüzdeki resmi armasının üzerindeki hakim figür kanatlarını açmış bir kartaldır.
Kartalın yaygın olarak kullanılmasının gerçek nedeni Masonluktur. Çünkü kartal önemli bir Masonik simgedir ve Masonluktaki en üst derece olan 33. derecenin sembolüdür.
16-Yılan: Masonik sembollerde kullanılan hayvanlardan birisi de yılandır. Yılanın anlamı Mimar Sinan Dergisi’nde şöyle belirtilir: “Yılan bir çok zaman iki yılan birbirine sarılmış şekilde resim edilmektedir, bu şekil hayatı, çiftleşmeyi ifade eder.” (Mimar Sinan Dergisi, sayı: 26, s. 57.)
17-Yedi Kollu Şamdan: Şamdanlar Mason localarının olmazsa olmaz aksesuarlarındandır. Ayrıca bunların 7 tane olması gerektiği Masonik kaynaklarda şöyle belirtilir: “Şamdanlar, Mason Mabedindeki kutsal ateştir. Mabet, sembolik olarak, alevlerle aydınlatılmalıdır. Usta derecesinde yedi şamdan bulunması şarttır.” (“Çırak, Kalfa, Usta”, s. 70.)Burada bir noktaya dikkat çekmek isteriz: İnsanların çoğunluğu katıldıkları bir toplantı veya davette, masanın üzerindeki 7 kollu şamdanı dekoratif bir eşya olarak . Oysa bu, toplantıya katılan masonlar için, oradaki mason hakimiyetini gizlice vurgulayan bir mesaj niteliği taşıyabilmektedir.
18-Akasya ve Çelenk: Bazı mimari yapılarda, çeşitli ülkelerin armalarında ve paralarında, kimi şirketlerin amblemlerinde akasya dallarından yapılmış çelenklere rastlamak mümkündür. Gerek akasya dalları gerekse bunlardan oluşturulmuş çelenkler Masonik sembollerdir. Masonik efsaneye göre, Hiram Usta’nın cesedinin gömülü olduğu yerin bulunabilmesi için mezarının üstüne bir akasya dalı dikilmiştir. Sembollerden ayrı olarak, Masonik törende akasya dalının kullanımı şu şekildedir: “Hiram, efsanede, öldürücü darbeyi yedikten sonra düşer. Masonik ritüelde, Aday, işte o zaman, tabuta yatırılır, üzerine siyah bir örtü, bunun üzerine de bir akasya dalı konur.” (“Çırak, Kalfa, Usta”, s. 104.)
19-Işık Saçan Kılıç: Bir adayın Masonluğa girişinde yapılan törende özel bir kılıç kullanılır. “Işık Saçan Kılıç” olarak adlandırılan bu kılıcın tekris törenindeki yeri şöyle açıklanır: “Masonik törende, Işık Saçan Kılıç, Adayın takdisinde kullanılır. Çoğunlukla, Üstadı Muhterem, sol elinde tuttuğu kılıcın namlusunu Adayın başının üstüne uzatır ve namlusunun üstüne çekiçle üç kere vurur. Bazen de, Üstadı Muhterem, kılıcı önce Adayın başına, sonra sol omuzuna, daha sonra da sağ omuzuna koyar ve her seferinde de çekiçle bir darbe vurur. Bu ikinci halde, Keter (Taç), Binah (Zeka), Hokmah (Aklühikmet) sefirotik üçlüsüne uyulmaktadır.” (“Çırak, Kalfa, Usta”, s. 41.)
20-Mason Mabedi: Masonların toplantılarını yaptıkları mason locası “Mabet” şeklinde de adlandırılır. Burada ilginç bir nokta vardır. Bir Mason, Mabed’inin boyutlarını dört duvarla çevrilmiş bir binanın ölçüleriyle sınırlandırmaz: “Bir masona Mabed’in ölçüleri sorulduğunda: “Boyu Batıdan Doğuya, eni Kuzeyden Güneye” diye cevap verecektir.” (Mason Dergisi, sayı: 21, s. 38.)

Popular Posts

Recent Posts

Unordered List

Categories

Text Widget

Blog Archive